RSS

papatya

papatya

(beni büyüten ilk anneme)

2015’in yeni filizlenmeye başladığı günler. Mevsim kış kostümü giymiş bahar. Saat güneşin mesai saatinin bittiğini gösteriyor. Hatta güneş bugün siyaha devir teslimini erken yapmış galiba.

Dört duvarların benliğime yaptığı baskıdan kaçabilmek için kendimi sokağa attım. Kafamı kaldırmamla bulutların gözyaşlarına şahit olmam an meselesi oldu. Birden kara kara bulutların altında ezilmesine rağmen işini aksatmayıp nefes alıp vermeye çalışan bedenimi bütün hücrelerimde hissettim. Oksijen-karbondioksit alışverişini rayına oturtmuşken gökyüzündeki karanlığın içimin yansıması olduğunu anladım. Eee, insan doğanın yansıması olabiliyorsa doğa da insanın yansıması olabilirdi pekâlâ.

Benliğimin aynasını semadan toprak anaya çevirdim. Benim için büyük insanlık için küçük mesafede yol aldım. Sonra, sanki görünmez bir varlık omzuma dokundu ve “Sağa bak.” dedi. Emre koşulsuz itaat ettim. Dönmemle karşımda bütün saflığıyla çocukluğumu görmem bir oldu. Ortasında güneşi etrafında masumiyetiyle beni gri kaldırım taşlarında mıhladı. Bedenim yine işgal edilmişti, kontrolü bende değildi.

Yağmur damlacıkları büyüteç olmuş gövdelerinde yazan “Gel, bizimle gel.” davetini bütün çıplaklığıyla gözlerimin önüne sermişti. Karşı koyamadım, koymak istemedim. Kendimi davetin akışına bıraktım. Önce kafamı, sonra gövdemi en son da ayaklarımı geçirdim sarı-beyaz kapıdan.

-Elbisesi nerede kızımın? Seçil geçen gün aldığımız beyaz elbiseyi nereye koydun?

-Şimdi ütülüyorum anne.

-Şimdi mi? Dün ütüle demiştim sana, sıcak sıcak giydirmeyelim canı kızarır. Gittin geldin bu kızı kendine benzettin. Havada kuş uçsa bu kızın canına değer. Zaten kim görse bu kızı sarılık mı diye soruyor.

-Aman anne, onlar kendi işlerine baksınlar. Göğsümüzü gere gere kim olduğumuzu gösteriyoruz işte. Başkaları gibi hasıraltı etmiyoruz. Al, bitti elbise. Giydir de üşümesin.

-Anam, babam kuzum, yanıma gel bakayım. Gezmeye gideceğiz. Hadi, giydireyim de şunu sana tez gidip tez gelelim. Akşama yemeğimiz yok.

Ben nereye gelmiştim, kim bunlar gibi sorulara cevap ararken şu iki kadın bana bir şeyler giydirmeye çalışıyorlardı. Etrafta gözlerimi toprak altında altın arayan dedektör gibi gezdirdim. Bir müddet sonra geriye gitmiş olduğumu fark ettim. İşte her sabah anneannemin günlük vardiyasını başlattığı soba, haberler yerine çizgi film açılsın diye her akşam direttiğim televizyon, her gece üstündeki desenleri çözmeye çalışırken uyuyakaldığım gece lambası ve bulutlara merdiven dayayıp çıkmayı hayal ettiğim pencere. Bütün geçmişim karşımda hazır ol vaziyette duruyordu. Şu, hayatını örttüğü tülbentin kenarına işleyen kadın da anneannem, benim büyümüş halimde olan güzelliği yüzünden okunan kadın ise annem olmalı.

Ama bütün o gördüklerim nasıl?

-Fermuarı da çektik mi tamamdır. Seçil baksana, papatya oldu benim kızım. Ne kadar da büyümüş. Tabi her gün yanında olunca insan fark edemiyor. Senin küçüklüğünün fotokopisi. İyi ettin de çocuğu onlara benzetmedin. O ne öyle kara kuru. Benim kızım güneş güneş, bizim güneşimiz.

-Şansı güzel olsun anne. Ben güzeldim de ne oldu sanki? Yüzü benzesin, şansı onlara çeksin. Hadi çıkalım, yolumuz uzun. Harikaların oraya saat başı dolmuş var, kaçırmayalım.

-Hadi o zaman. Paltomu giyeyim, hazırım.

Demek buradan geliyormuş annemin ne zaman beyaz giysem “Anneannen de sana beyaz giydirip papatyam derdi.” demesi. Ne zaman çocukluğum mevzu bahis olsa isminin sürekli geçtiği ama benim bir türlü hayalimde somut bir şekilde canlandıramadığım Harika Teyzelere giderken olmuş her şey meğersem.

Kaç yaşındayım acaba? Hiç de anlamam ki bebeklerin/çocukların yaşını çıkarmaktan. Fena da bir bebek değilmişim, fotoğraflardan daha iyi görünüyorum. Eh, 90’lı yıllar. Teknoloji içine film koyduğumuz fotoğraf makinesi demek. Onların da megapikseli belli yani.

-Merve, kenara çekil. Araba geliyor. Dikkat et.

-Tamam, anne, kenardayım ben. Sen de çekil.

Kulaklarım duyduklarımı beynime kesintisiz iletmesine rağmen gerçeklik yanlış takılan puzzle parçası gibi yerine oturmuyordu. Nasıl geri döndüm ben? Az önce anneannem ve annem ile Harika Teyzelere gidiyorduk. Ne ara döndüm şu an’a?

-Merve, bak papatyalar. Anneannen de sen küçükken sana beyaz giydirip ‘papatyam’ derdi.

 
Leave a comment

Posted by on April 8, 2015 in öykü

 

Tags: , ,

Kaybın Türküsü

Kaybın Türküsü

Bazı kitapların sadece ismi güzel olur, bazılarının da kapağı. Ama bu kitap her iki özelliği de gururla taşıyabiliyor. İsmine ayrı kapak resmine ayrı âşık oldum. Öğrencilik yıllarımda gelecekte elbet bir gün tanışırız diye aldığım kitaplardan biri. Rast geldikçe kapak resminden gözlerimi alamıyordum. Kapak resmine ağaç koymak, koymayı düşünmek herkesin harcı değildir. Demek ki köklerden gök kubbeye giden bir şeyler anlatılıyor. Mevzu derin o zaman.

Kitap Borges’ın muhteşem dizeleriyle başlıyor. Onları okuduktan sonra bu kitabı başucu kitaplar listesinin zirvesine göndereceğim kesinleşmişti. İlk cümlesi muhteşem bir gökyüzü tanımlamasıyla başlıyor. Zaten kitap boyunca da yazarın gözlem ve tasvir yeteneklerine hayran kalmamak elde değil. Kitap Hindistan merkezli ama aslında diğer ülkelerde de geçen bir kitap. Bir bölüm başka ülkedeyiz, bi bölüm başka. Mekan değişince kişiler de değişiyor. Her ne kadar baba-oğul olsa da karakterler aralarındaki mesafe-her anlamda-kanlarıyla ters orantılı. Hayattan beklentileri, yaşama tarzları, yaşayışları, gerçeği algılamaları çok farklı.

Diğer karakterlere gelince, kitapta yargıç figürü hemen göze çarpıyor. Bana göre yargıç, Hindistan’daki sömürgeciliğin bağımsız olmalarına rağmen hâlâ devam ettiğinin göstergesi. Bir de Althusser’e göre ideolojinin yansımalarından biri. Kültür araştırmaları dersini almasaydım bu durumu o kadar net algılayamazdım. Her yargıç kelimesini gördükçe eski bilgilerim tozlu raflardan gün ışığına çıkıyordu. Siyah ya da esmer insanları beyazların yasalarına göre yönetmenin nasıl bir durum olduğunu yazar neredeyse her sayfada gözümüze gözümüze sokmuş. İyi de yapmış. Zaten bu kitabın en sevdiğim kısmı gerçeği tüm çıplaklığıyla göstermesi oldu.

Arka plana baktığımızda, Hindistan kültürünün içerisine sanki her kelime giriyormuşum gibi hissettim. İnekler dışında fikrim olmadığı bu ülken hakkında bir yabancı için fazla şey öğrendim. Bütün o sömürge hareketlerine rağmen inatla kendi kültürlerini yaşamaları takdire şayan doğrusu. Yine de pub dediğimiz Avrupa kültürünü yansıtan kavramları benimsemeleri beni çok şaşırttı. Gerçi pub’a da papaz, rahip ya diğer yabancı insanlar davet edince gidiyordu yerli halk. Damsız yerine beyaz adamsız almıyor galiba. Eğitimlerine gelince, bir kısım batı tarzı okullara çocuklarını gönderiyor, bir kısım ise kendi okullarına. Seçim istekten çok ekonomik sebeplere bağlı gelişiyor.

Kendi memleketlerinde yabancı konumuna düşen siyahlar, dışlanmamak için güya medeniyete yani batıya gitmek için fırsat kolluyorlar. Ama batı sadece hayallerinde o kadar güzel olabilir. İşin aslını batıya gidince tecrübe ediyorlar. Kendi memleketinde ötekileştirilse de sayıca çoğunlukta oldukları için kendilerini güvende hissetme şansları var. Batı da ise, siyah etiketiyle yaşamak zorunda olmanın ağırlığı var. İnsanların nefret dolu bakışları, piyasanın çok altında çalışma, iznini bir türlü alamadığı için üç kuruşla geçinmeye çalışma vs gibi sebepler “kötü” de olsa memleketlerine geri dönme isteği filizlendiriyor.

Hakkında araştırma yaptığımda, yazarın olayların hepsini yaşamasa da çoğuna şahit olduğunu vurgulamıştır. Ben de okurken birinci elden gelen bilgi olduğunu tahmin etmiştim. Çünkü olayları o kadar muntazam şekilde aktarabilmek için hissedebilmek lazım. Kadınların hislerinin daha yoğun olduğunu söylerler, sanırım bu durum yazar için geçerli ki insan okurken kendini bir anda olayların içinde buluveriyor. Man Booker Ödülü’ne de lâyık görülmesi bu yüzden. Yazar o kadar akıcı bir kitabın temeline sömürgeciliği koyup gündelik hayatla inşaatı bitirmesi onun ne kadar yetenekli olduğunun en somut kanıtı.

Sonuç olarak,bu kitap okunmalı, okutulmalı. Sömürge sonrası edebiyatın en güzel örneklerinde biri olan bu roman medeniyet anlayışının geçmişine ışık tutacaktır.

 
Leave a comment

Posted by on April 7, 2015 in eleştiri

 

Tags: , ,

bir zamanlar

bir zamanlar

Bugün bir kılıfına uydurup zaman içerisinde yolculuk yapmayı ne kadar sevdiğimi fark ettim. Yine gittim yıllar yıllar öncesine. Yine ayaklarım götürdü beni anılarıma. Beynim kontrolü bırakmış gibiydi. Hareket eden varlık ben değildim, geçmişimin izleriydi. Geçmiş beni mıknatıs gibi kendine çekiyordu. Karşı koymadım hatta kendimi onun kollarına bilerek ve isteyerek bıraktım.

Bugün hastanenin bir bölümü ile veda ettim. İlişkimiz kısa sürdü ama güzeldi. Tadı damağımda kaldı desem yeridir. Halbuki ev sahipliğini yaptığı resimlere ve tablolara çok bağlanmıştım. Diğer taraftan, kalbimin ve damarlarımın halet-i ruhiyesi gayet iyiymiş. Yönümüzü başka yöne çevirmemiz gerekmiş, öyle dedi maviler içindeki adam. Bir sonraki durak büyük ihtimal belli şimdiden. Bir müddet valizimi yeniden düzenlemek için vaktim olacak. Haftalık kek ve kahve rutinim biraz aksayacak. Saçlarımı da ayrıca hazırlamam gerekecek. O değil de huni saçlarıma çok yakışacak bence. 😀

Normalde bahçede bekleyecek iken yani en azından aklımın böyle bir düşüncesi vardı. Kendimi kampüs içine giden bir minibüste buldum. Kitap alacağım vardı, birde o aklıma geldi. Bir de konuşmak istediğim bir hoca vardı, onunla konuşmak daha doğrusu “Bak, ne kaybettiniz?” diyebilmek için gitmek istiyordum. “Başarı insanların yüzüne vurmak içindir.” demişti bir dizideki karakter. Kesinlikle, doğru. Meydanı geçer geçmez dizlerde bir titreme, kafamda acabalar uçuşmaya başladı. “Acaba yapmasam mı, gerek yok.” tarzı cümleler ayaklarımın hareketine yetişemiyordu.

Yapmalıyım dedim ve hiç durmadan yürüdüm. Ben yürüdükçe anılarım yüzüme yüzüme çarpmaya başladı. Görünmezlik pelerini giyen anılarımın gücü tahmin ettiğimden daha fazlaymış, gördüm. Kendimi birden bir zamanlar bütün heyecan, mutluluk, yenilgi, bıkkınlık vb duygularımı yaşamamın ilk adımını olan merdivende buldum. Hayatımda hiçbir merdiveni çıkarken zamanın bu kadar yavaş geçtiğini hatırlamıyorum. Adım attıkça anılarım hafızamda daha fazla yer ediniyordu sanki. Sonra geçer mi bu günler diye hayıflandığım koridorda arkamda duran anılara bakarken kendimi buldum.

Evet, günler geçmişti ama geçen sadece günler değildi. O kadar çok şey geçmişti ki anlatsam sabaha kadar uykusuz kalmama sebep olur. O zamanlar hayatımda “öz” vardı. Hayatımın özü olduğunu sanıyordum. Çocukluk işte. Meğer o “öz” beni hayatımın özünü bulmama sevk edecekmiş. Ne çok yaşanmışlık vardı. Kolonların dili olsa da konuşsa. Ama sanki dün gibi kahkahalara boğuluşumuz, gereksiz stresleri yaşayışımız. Zaman ne çabuk geçmiş. Aslında geçmemiş, oraya gidince her şeyi gözümde yeniden canlandırdım. Ölen birinin saklanan külleri gibi benim de anılarımı o beton yığını muhafaza ediyormuş.

Anılarımın af dileyerek kitabıma doğru koştum yani başarımı gözlerine sokmak için. Aradığım kişiye ulaşılamıyordu, kim bilir neredeydi. Gittim gittim geldim koridor boyunca. Bir zamanlar korka korka gittiğim yoldan bu sefer gururla geçiyordum. Başarmanın verdiği yetkiye dayanarak gülümsememi koridorda bol keseden dağıttım. Böyle bir şey yapacağım aklımın ucundan dâhi geçmezdi. Ama zaten hayat aklımızın ucundan geçmeyen şeyleri yaşamamız değil mi? Ya da ihtimaller kategorisine dâhi sokmadığımız durumları yaşamamız?

Etraftaki insanlara ben başardım diyerek bağırmayı istedim. Yapamadım, sadece yüzlerine gülümsedim. Kesin kim bu deli demişlerdir. Dizlerimin titremesi geçmişti. Aşağı doğru inerken hatıralarım da mantar gibi türüyordu beynimde. Nereden nereye dedim. Gideceğim demiştim ve gitmiştim. İşte bu kadar basit olmuştu her şey. Akdeniz’in kucağından bozkırın ortasında kendimi buldum. Deniz hasreti çektim. Kışın üşümemeyi diledim. Yolda yürürken gözüm portakal ağaçlarını aradı. Gökyüzü ile denizin mavinin aynı tonda olduğu an’ı yeri aradım. Bulamadım ne portakalı ve ne de o mavi tonunu. Bu yüzden turuncuya daha fazla bağlandım, maviye de aşık oldum.

Eve gelince fotoğrafta kuş olduğunu fark ettim. An meselesi, gerçekten çok iyi denk gelmiş. Kuş olmuş uçmuşum bu diyardan özgürlüğüme ulaşabilmek için.

 
Leave a comment

Posted by on April 1, 2015 in deneme

 

Tags: , , , ,

yağmur

yağmur

İlkbaharın yerleşmeye çalıştığı günler. Gökyüzü güneşten çok kara kara bulutalar ev sahipliği yapıyor. Güneş de bu durumu görünce küsüp gidiyor.

Günün hangi saatinde olduğumun ayırdına varmak için perdemi çekiyorum. Pek de bir fark göremiyorum. Yine kara bulutlar çöreklenmiş kafamın üstüne. Bulutların ağlayıp ağlamadığından emin olmak için kapımı açıp balkona çıkıyorum.

İnsanların gözyaşlarının birazcık tuzlu olduğunu söylerler. Artık insanların içindeki hangi kötü maddelere tuza sebebiyet verir ya da tuz miktarı ne kadardır gibi sorulara cevap verebilme fırsatına henüz nail olamadım. İnsanın ağlarken gözyaşlarının tadına bakmak aklına gelmiyor.

İnsanın türlü türlü derdi olur, ağlar da o pofuduk bulutların ne derdi oluyor da ağlıyorlar acaba? Sanırım yukarıda da işler pek iyi gitmiyor. Aşağıda hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı gerçeği orada da geçerli gibi görünüyor. Ah, doğru ya, hayat işte her yerde aynı.

Tabiat ananın bulutlar aracılığıyla teşrif eden hayatî sıvısıyla aram kendimi bildim bileli hiç iyi olmadı. Hafızam “yağmur” kelimesini duyduğunda önüme asla güzel çağrışımlar sunmaz. Hayatım boyunca bulutlarımdan o kadar çok yağmur yağdı ki o yüzden “ağlama” eylemini bazı insanların aksine hiçbir zaman kabullenmek istemedim.

Yağmur öncesi var bir de. Bulutların toplanmaya ve siyahlaşmaya başladığı vakit. İnsan doğanın yansımasıdır, derler. Ne kadar doğru bir söz. Önce bir şeyler birikir içinde zamanla, sonra rengi koyulaşır. Ve yağmur sahnede.

O gün 17 yıllık anılarımı terk etme zamanım geldiğinde perde yine yağmur için açılmıştı. Hayatımın görünmezlerini toplamak görünürlerini toparlamaktan daha zor olmuştu. Yapamadım. Onlarla birlikte göçmen kuşlar misali uçamadım Akdeniz’e. Geçmişimi bozkırın ellerine bıraktım. Ondan bu eksik yaşayış.

Seni de hatıralarımla orada bıraktım. Akşam 9’da bindiğim otobüs az önce eskiyen evimin önünden geçerken kulağımda “Beni sevmezsen, yağmurları sev. Bulutlar ağlasın, sen gül güneş doğsun yeniden.” cümleleri beni bilinmezlere götürüyordu.

 
Leave a comment

Posted by on March 31, 2015 in öykü

 

Tags: , , ,

OPHELIA

OPHELIA

Yıllar yıllar sonra Shakespeare’in tanınmasında hudutları yıkan eser zannımca Hamlet’tir ve bunda Hamlet kadar Ophelia’nın da etkisi su götürmez bir gerçektir. “Bir insanın ömrü göz açıp kapayana kadar gelip geçer.” demiş Hamlet. Bu cümlesini doğrulayan durum ise şüphesiz ki Ophelia’nın ölümü olmuştur.

Hamlet’in annesi olan Kraliçe o elim ölümü “Dere kıyısında yaprakları suya akseden bir salkım söğüt vardır. Ophelia oraya yabani çiçekler, dikenler, papatyalar ve orkidelerle örülmüş demetlerle geldi. Bu ağaca kabaca bir isim verir çobanlar, fakat kızlar, ‘ölü erkek parmağı derler’ ona. Bu söğüdün dallarına çiçekler asmaya uğraşırken, bir hain dal kırıldı ve çiçek demetleriyle birlikte çağlayan dereye düştü Ophelia. Elbiseleri açıldı ve onu bir denizkızı gibi suyun üzerine çıkardı. Bu süre içinde, felaketinden habersiz, gerçek bir su mahlûku gibi, eski şarkılardan parçalar söylüyordu; fakat bu uzun sürmedi. Suyla dolan elbiseleri ağırlaştı; şarkı söylerken, çamurlara çekip batırdı zavallıyı.” cümleleriyle tasvir etmiştir.

Ölümünden kısa bir süre önce Ophelia’ya:

“Yıldızların yandığına inanma

İnanma güneşin döndüğüne,

Her doğruyu yalan bil

Fakat seni sevdiğime inan Ophelia…”

mısralarıyla ilan-ı aşk eden Hamlet Ophelia’nın ağabeyi Laertes’in gözünden gözünden kaçmamıştır. Laertes kardeşine:

“Ondan fazla bir şey sanma. Gövde büyürken yalnız adalesi ve ağırlığı artmaz; vücut geliştikçe, içindeki dimağ ve ruh da genişler. Belki şimdi seni seviyor; niyetinin safiyeti lekesiz, kirlenmemiş ve içine fesat karışmamıştır henüz; fakat korkmalısın; çünkü her arzusunu yerine getirebilecek bir mevkide değil. O doğuşunun eseridir, herhangi bir insan gibi dilediğini alamaz. Bütün devletin emniyeti onun seçimine bağlıdır. Seni sevdiğini söylese de,, bulunduğu mevki ve sahip olduğu yetki dahilinde sözünü tutabileceğine inanmak akıl ve hikmet kârıdır. Kork Ophelia, kork sevgili kardeşim! İhtirasın tehlikeli menzilinden uzaklaş, kalbinin muhabbetine kendini kaptırma. Bahar çiçekleri daima tomurcuk halindeyken içlerine kurt düşer. Gençliğin şeffaf, şebnemli sabahında kırağı en yakın tehlikedir. Tedbir gerek.” verdiği nasihate Ophelia:

“Sözlerini hafızama kilitledim, anahtarı senin elinde.”  cümlesiyle karşılık verir. Babasına da Hamlet’in aşkını aktarırken Ophelia:

“Yüzünü resmini yapacakmış gibi gözlerini bana dikti. Uzun bir süre böylece kaldı. Bütün vücudunu sarsan, ruhunu teslim edecekmiş gibi derin ve acı bir ‘ah’ çekti. Bundan sonra beni bıraktı. Başı bana doğru, yolunu bulmak için gözlerine muhtaç değilmiş gibi kapıdan çıkıncaya kadar önüne bakmadı ve son dakikaya kadar gözünü benden ayırmadı.” cümlelerini aracı olarak kullanmıştır.

Hamlet’in “Ruhumun sanemi, ilâhı ve en güzel yaratılmış Ophelia’ya. Daima senin olan Hamlet” diye bir zamanlar imzaladığı mektuplar aşklarının en güzel kanıtları olur. Aslında Hamlet’in içinde bulunduğu kötü durumun sebebi babasının amcası tarafından zehirlenmiş olduğu gerçeğini babasının ruhu yardımıyla öğrenmiş olması olsa da kral, kraliçe ve diğerleri Hamlet’in kötü durumunu Ophelia’ya duyduğu aşkla ilişkilendirirler.

Sevenlerin arasına girmekten çekinmeyen insanlar Ophelia’ya yoğun bir baskı uygulayarak bir zamanlar en değerli eşyaları olan o mektupları verirken “Alın, çünkü veren zalim olursa verdiği hediye hassas gönülleri incitir.” demesini sağlamışlardır. Babasının ölümünden sonra tutunacak dalı kalmayan Ophelia kimilerine göre diğer dünyaya kendi isteğiyle gitmiştir, kimilerine göre ise kendisine ayrılan sürenin sonuna gelmiştir.

Shakespeare’nin hayal gücümüze bıraktığımı bu ölüm, güzelliğin kusursuz sembolü olan Ophelia’nın babasının ölümü için kurduğu ve çok az bir süre sonra kendisi için de geçerli olan “Beyazdır kefeni, dağdaki karlar gibi.” sözüyle hafızalarımızda yer edinmiştir.

 
Leave a comment

Posted by on March 27, 2015 in eleştiri

 

Tags: , , , , ,

karar

karar

En kötü kararın bile kararsızlıktan iyi olduğunu söylerler. Sanırım haklılar da, çünkü bitaraf olmayan bertaraf olur. Hep yaşadım hep gördüm, arafta kalmak en kötüsü. Bundan mütevellit yazacağım ilk kitap eleştirisi daha doğrusu yorumu karar verebilmenin dayanılmaz hafifliği üzerine olacak.

Bu kitabı öğrencilik yıllarımda alıp bir ara okurum diyerek okunmadık kitaplar tepesine eklemişim. O yıllarda okul kütüphanesi ikinci evim olduğu için satın aldığım kitapları sonraları okumak için muhafaza ediyordum. Kabul ediyorum, bu kitabı alma sebebim ödüllü bir kitap olmasıydı. Son sayfayla da tanıştıktan sonra ödülü gerçekten kelimelerinin azmi ile almış olduğu kanaatine vardım. O ödülü alan başka kitap var mı diye baktığımda maalesef herhangi bir ize rastlayamadım.

Kitap 2. Dünya Savaşı sırasında yaşamış bir ressamın hayatını anlatıyor. Aslında tam olarak biyografik bir kitap da diyemeyiz. Çünkü sadece karakterin anlattığı kadarını görebiliyoruz. Kim bilir kelimelerin dile gelmediği daha nice yaşanmışlıklar vardır. Kitap aslında sondan başlayıp tekrar sona dönmesiyle postmodernist bir özellik taşıyor. İlk sayfalarında iki seçenek arasından birini seçmesini gerektiğini öğreniyoruz. Son cümlelerinde ise seçimini. Ve seçim için sadece 2 gün veriyorlar.

Bu aralar resme karşı bir meyilim olduğundan mıdır bilinmez ama bu kitap beni okudukça daha çok içine çekiyor. Tabiki de adamın yeteneğini kıskanmıyor da değilim. Adam ülke ülke gezip istediği şehirde kendi stüdyosuna sahip olacak kadar para kazanabiliyor. Sanatla para kazanabilmek, hayalimin yaşandığını görmek bana tuhaf bir his verdi. Özel hayatına bakınca o kadar da mükemmel olmadığını görüyorum ama zaten kimin hayatı mükemmel ki?

Kitap 1. tekil şahısla yazıldığı için sanki yazarla birlikte o anları yaşıyormuş izlenimine kapıldım. Birlikte tuvaldeydik, birlikte manzaraları seyrediyorduk, birlikte siparişleri yetiştirmeye çalışıyorduk. Aslında en önemlisi birlikte geçmişe gidiyorduk. Yazar resim yapar gibi yazmış kitabı da . Ben hayatımda nadiren kitapları çizerim ve bu kitabın yarısından çoğu çizili. Hayatımda okuduğum en güzel kitaplar listesinde zirveyi bayağı bayağı zorluyor.

Kitapta birçok cümle beni benden aldı ama en önemlisi ressamın “Galiba ben çocukluğumu geri kazanmak için resim yapıyorum.” cümlesi en kuvvetlisiydi. Geçenlerde de bir arkadaşım “İnsan bir amaç için yaşar.” demişti. İkisinin ruhu çok eskilerden tanış galiba. Ressam çok çalışıyordu evet gerçekten çok çalışıyordu, onun verdiği emeği sadece bir sanat eseri çıkarmaya çalışanlar bilir. O sancılar, o ağrılar, beyinde dönüp dolaşan düşünceler… Onu gerçekten çok iyi anlıyorum, gerçekten.

Bazı insanlar sevdikleri işleri yaparak hayatlarını kazanırlar. Bu ressam da onlardan biriydi ve ben de onlardan biri olmak istiyorum. Ressam işinin mükemmel olması için insanüstü bir çaba gösteriyordu. Geceleri rüyalar alemine gitmek yerine eseriyle birlikte harcıyordu. Ve sabahın ilk ışığı yeryüzüne geldiğinde uykusuzluktan ve yorgunluktan bitkin bir hâlde değil de işi en iyi şekilde yapabilmenin verdiği rahatlıkla ve gururla güneşi selamlıyordu.

Kitapta bilinç akışı tekniği farklı bir şekilde kullanılmış. Her yeni bölümde şu andan geçmişteki anılara misafir oluyorduk. Şimdiki andan bildiğimiz tek şey kanserinin vücudunda kendini gösterme şekilleri idi. Annesinden, babasından, sevgilisinden, karısından tanışma faslını uzun tutan ressam, olayları iki karakter üzerine kurmuş; babası ve sevgilisi. İkisi de onun kariyerinin vazgeçilmez parçaları olmuş, onlar olmayınca da var olmayı reddeder hâle gelmiş.

Kitap her ne kadar dönemin olaylarına değinmemeye çalışıp otobiyografik bir eser olsa da, bizler öncesinde ve sonrasında neler olup bittiğini fark edebiliyoruz. Savaşlar, toplama kampları, kaçışlar, ölümler, vs vs vs. Gerek ressamın hassas kişiliğinden gerekse kitabın zamanın sadece iyi anılarını gösterme çabasından tarihin tozlu yollarında kendimizi kaybetmiyoruz. Şimdiki zamana giden yolu kolayca bulabiliyoruz.

Sona gelindiğinde evet, bir karar veriliyor aslında çoktan verilmiş bir karar sözcüklere indirgeniyor.

 
Leave a comment

Posted by on March 26, 2015 in eleştiri

 

Tags: , ,

yazmak ya da yazmamak

yazmak ya da yazmamak

Son zamanlarda davetsiz misafirim olan panik atak haftaiçi wordpress mesaimi dün sekteye uğrattı. Vücudumu kendi kuklası imiş gibi hareket ettiriyor, kontrolü ele geçiriyor. Beynim de nedense bu duruma boyun eğiyor. Bu öğretilmiş çaresizlik kavramını hiç öğretmemeliydim beynime. Böylece içi boş düşüncelerle beynim hiçbir zaman istila edilemezdi .

Mevzumuz yazmak. Gariptir ki benim resmî olarak yazmaya başlamam ilk panik atağımdan sonra oldu. İçimde volkanlar varmış meğersem ve o volkanları kelimelerle söndürmezsem volkanlar vücudumu lavlarıyla yakarkmış. O gün işte o gün bugün dedim. Öğrenciliğimde yazmak istiyordum ama henüz hazır olmadığımı biliyordum. Belki de her sınavda en az 10 sayfa yazdığım için içimdekileri bir şekilde dışarıya atabiliyordum. O yüzden sürekli erteleme durumuna almıştım kendimi. Sığınak olarak da “Hazır değilim, biraz daha okumam lazım.” cümlelerini kullanıyordum.

Bir işaret gerekmiş bana büyük bir işaret. 8 Mart’ın ilk saatlerinde aldım o işareti. 8 Mart benim için gittikçe daha fazla anlamlaşıyor. Benden çok çok önceleri yaşamış kadınların açtığı yolda gösterdikleri hedefe durmadan yürümeye ant içtim galiba. Bir ambulans-acil macerasından sonra yeter artık dedim. Bundan sonra hayatın yükünü ruhum tek başına kaldırmamalı. Ruhum Atlas misali dünyamı taşımaktan helak olmuş bir şekilde. Kelimelerin bu duruma bir ek atması gerek. Hatta kelimelerin ruhumla yer değiştirip dünyamı taşımalarının vakti gelmiş geçiyor bile.

Hatırlıyorum da taa lisede bile ben yazar olacağım diyordum yüksek sesle. Neyime güvendiğimi bilmiyorum. Zaten toplumun stereotip mesleklerine hiçbir zaman ilgim olmadı. Nerede uç bir meslek varsa onu seçtim kendime hedef olarak. İnsanın kişiliği ne zaman tam oluşur bilmiyorum ama birey olarak kendimi kendime ispat ettiğim zamanlar yazarlık mesleğini merkezime almıştım. Ateşin etrafında dolanan bir kuş gibi ne çok uzak ne de çok yakın bir mesafede ikamete başlamıştım. Henüz yaklaşmaya cesaretim yoktu. Biraz daha zaman var diyordum kendime biraz daha zaman.

Zamanı somut ölçeklerle ölçmeyi asla benimsemedim. O ateşin yanına yaklaşmaya cesaretim olacak kadar zaman geçmişti. İhtiyacım olan tek şey bir işaretti. İşaret geldi. 2014 yılının ateş gibi sıcak bir Beytepe gününde. İşime hiç yaramayacak ya da kullanmayı hiç istemeyeceğim bir programın sınavı için Ankara’ya gitmiştim. Sınav yerim 4 yıl öncesinde beni hazırlık okumaktan azat eden yabancı diller binasıydı. Oranın bana bir kez daha şans getireceğini biliyordum. Ayaklarım beni sınıfa erkenden götürdü. Zamanın gelmesini beklerken gözetmen denilen adamla sohbete başladık.

Hoş beşten sonra mesele ne yapmayı düşünüyorsun sorusunun cevabına geldi. Ütopik olsa da yine aynı cevabı verdim “Yazar olmak istiyorum, yazar olacağım.” Adam bana öyle farklı bir şekilde baktı ki dünyanın en yanlış cümlesini kurmuşum dedim kendi kendime hayıflanarak. Uzaylımışım gibi bakacak artık bana derken adam en az benim kadar farklı bir cevapla karşılık verdi “O kadar edebiyat mezunu/öğrencisi gördüm, ilk defa biri bana bu cevabı verdi. Bu gerçekten çok güzel bir şey, seni tebrik ederim.” Kulaklarım bu cümleleri duyar duymaz beynimi duygu kargaşasına sürükledi.

Durum gittikçe garip bir hâl almaya başladı. Adamın bana attığı bakışlar içimdeki inciyi gün ışığına çıkarak güç kanalları olmuştu. İlk defa tanımadığım biri beni cesaretlendirmek için uğraşıyordu. Ben sürekli yazar olarak hayatımı idame ettirmenin imkansızlığından dem vururken o karşıma bunları bahane olarak kullanma diyen cümlelerle çıkıyordu. Beni tanıyan insanların beni tanıdıkları için destek oldukları düşünürüm. Ama bu kez sadece ismimi bilen insan bana “yaz” diye emrediyordu sanki.

Sınav bitti, tam kağıdı teslim ederken “Yazmalısın, yazacaksın, sakın yazmaya sırt çevirme.” dedi. İşte o kelimeler benim bir zamanlar kaybettiğim rotamı yeniden bulmamı sağladılar. Yazmak ya da yazmamak, işte bütün mesele bu!

 
Leave a comment

Posted by on March 25, 2015 in deneme

 

Tags: , , , , , , , ,

tardis

tardis

Bu sabah gözlerimi açmamı sağlayan sebep su tesisatı oldu. Bazıları su sesinin dinlendirici olduğunu söyler, bu iddiaya bir nebze katılıyorum. Hatta Akıl Hastaneleri’nin çoğunun bahçesinde süs havuzu ve içinden su akan yapılar vardır. Osmanlı’da da akıl hastalarını su sesiyle tedavi ettikleri bilinir. Ama 7 gün 24 saat de dinlemek pek dinlendirici olmuyormuş onu yaşadım.

Gözlerim perdelerini aralamadan önce rüyalar aleminde yine aksiyon üstüne aksiyon yaşıyordum.-Freud keşke bizimle biraz daha yaşasaydı da şu rüyalar alemini iyice gün ışığına çıkarsaydı.- Yine otobüsler, yine bir yere gitmeler, yine birilerinden kaçışlar. Acaba içimdeki bu kaçış istemini bilinçaltım merkez üssü olarak mı kullanıyor? O’nun çok yakından arkadaşlarından birini gördüm. Kendisini görmezken onu görmem çok garip geldi bana. Yaşayıp yaşamadığını bile bilmediğim bir insanın belki de görüşmediği bir arkadaşını görmem sabah sabah kendime gelmemi bayağı zorlaştırdı. Üstelik gördüğüm mekan da bir müddet onun yaşamasına izin verdiği beni de nedense bir türlü benimseyemediği şehirdi.

Ahh İstanbul ahh… Seninle yaşamak için tam 365 günümü verdim. Her günü sana bir adım atabilmek için yürüdüm. Her sabaha seninle uyandım, her geceyi seninle bitirdim. Gözümün gördüğü tek şeyin senin olmasını istiyordum. Seni hak edebilmek için o kadar ter döktüm. Ama sen beni istemedin. Bazen iki insan daha hiç tanışmadan birbirinde soğur ya sanırım biz de öyle bir şey yaşadık. Daha birbirimizi tanıma fırsatı dahi verilmeden olası ilişkimizi kendi ellerinle öldürdün. Bir gün gelip sana bunun hesabını sormak istiyorum. Bunu bana niye yaptın? Neden seni sevmeme, anılarımın ev sahibi olmana izin vermedin?

Bugün herhangi bir nesnenin yardımı olmaksızın geçmişe gittim. Bu sefer beni geçmişe götüren kelimelerim ve anılarım oldu. Anılar gerçekten de bir başkasına anlatılırken yeniden yaşama dönüyorlarmış, tecrübe edindim bugün. Fark ettim ki gerçekten 4 yılım o renksiz şehirde gökkuşağı misali gibi geçmiş. Keşke en sevdiğim anları yaşadığımda zamanı durdurabilme gücüne sahip olsaydım. O an’da kalır, hiç bir zaman aralığına gitme teşebbüsünde bulunmazdım bile. Ankara, Hacettepe, Beytepe… Üniversite yılları, büyüme yılları, hayallerin peşine düşme yılları…

Bunu hep diyorum, Hacettepe benim aklımın ucundan bile geçmezdi. Ama sonra kendimi hayallerimin ötesinde bir yerde buldum. Ben orada bulunarak başkalarının hayallerini yaşıyordum. Oraya gelemeyen insanların hayallerini. Kendi hayallerimin peşinden gidemeyecek kadar cesaretsiz miyim diye sordum kendi kendime. Burayı yazmasaydım, kırmızı gören boğa gibi kırmızısına koşmasaydım neler olurdu acaba? Gelmez dedim kendime tercihler açıklanana kadar, gelirse de kendimi ispat etmiş olurum. İçimdeki cevheri görmeyen insanların suratlarına tokat gibi yapıştırırım dedim.

40 kere bu cümleyi söylemiş olmalıyım ki kendimi sonuç sayfasının ekranında Hacettepe yazan bir sayfaya boş boş bakarken gördüm. Üzüntüden gözyaşlarımı tutmaya çalışmanın o saçma durumun içinde balonları kaçmış bir çocuk gibiydim. Sahip olamamıştım, tamamiyle benim hatamdı. “Senin burada olman gerekmiyor, bunun farkındasın değil mi?” cümlesi kafama kaç kere kazındı sayamadım bile. Aksi gibi Mersin’de kurduğum içi dolu “Ben buraya ait değilim.” cümlesi sönmüş bir balon gibi duruyordu zihnimde. Bu sefer gidecek bir yerim de yoktu. Issız adaya düşmüştüm ama yanıma 3 şey almamıştım.

“İçim mi daha bunaltıcı yoksa dışarıdaki hava mı?” diye diye bitirdim gençliğimin en güzel yıllarını. Belki de gitmem gerekiyordu, yoksa Emir’le nasıl tanışırdım? Ying-Yang gibi geliyordu oradaki hayatım. İyi bir şeyler olacaksa eğer kötü şeylerin de olmasına izin vermeliydim. Dengeyi bulmayı öğretti bana o gri şehir. Aslında en önemlisi içimdeki gökkuşağını her daim canlı tutmam gerektiğini…

 
Leave a comment

Posted by on March 23, 2015 in deneme

 

Tags: , , , , , ,

sarı sarı

sarı sarı

Bu sabah güneşin ışıkları uyandırma servisim oldu. Onu görür görmez koca bir gülümseme ile rüyalar alemini terk ettim. Hemen çektim gözlerimin önündeki perdeyi, başladım gökyüzünü seyre. Aslında bugünün ilham perisi bulutlardı ama onları tek çekemedim. Gökdelen misali uzanan inşaat halindeki site binası bulutların önünü kapatmıştı. Bir de bulutları somut bir şekilde sonsuzlaştırmak yerine o anı gözlerimle beynime kazımayı tercih ettim.

Hayatım boyunca görüp göreceğim en güzel bulut manzarasıydı. Gözlerim ilk kez bulutların hareketine şahit oldu. O ana kadar hep bana denilen “Bulutlar hareket etmez, insan hareket ettiği için onlar da hareket etmiş gibi görünür.” cümlesini çürüttüm. Yatağımda bir rüya gibi bulutların hareketini izledim. Önce yavaşa yavaş geldiler, sonra birleştiler. Birleşince hep birlikte aynı yöne doğru yol aldılar. Daha sonra içlerinden bir parça rotasını değiştirmek istedi. Kendi etraflarında dönerek o parçayı içlerinden ayırdılar. sonra herkes kendi yoluna.

Bu aralar ya umutvâri şekilde düşünmek için doğayı bahane ediyorum ya da gerçekten doğa insanoğlu denilen varlığa her daim kendi diliyle bir şeyler anlatmaya çalışıyordu da ben yeni fark ettim. O bulutlar, o gökyüzü mavisi, o güneş… Sanırım doğaya fazla anlam yüklemeye başladım. Yalnızlığıma yoldaş olsun diye onları seçilmişler grubuna birer birer dâhil ediyorum şu sıralar. Seçilmiş olduklarını yeni yeni keşfetmiş de olabilirim.

Kahvaltı faslını fazla uzatmadan hastane için hazırlanmaya başladım. Tam havanın sıcaklığını ölçmek için penceremden elimi uzatmışken bir yağmur damlası düştü avcumun içine. Mart martlığını yapmadan gitmeyecekti anlaşılan. Havaya inat hırka giydim. Ben kafamda baharı getirdim o gelmese de olur. Fiziksel varlığın o kadar önemli olmadığını sevdiklerimi kaybedince anlamıştım zaten. Attım kendimi yağmurlu bir bahar havasına. Yolda yürürken. Gözüme sarı çiçekler çarptı. Ten rengime ne kadar benziyorlardı. Hemen telefonuma sarılıp birkaç tane poz yakaladım.

Bu aralar çiçekler beni kendilerine mıknatıs gibi çekiyorlar, nedendir bilinmez. Ama çiçekler çok güzel değiller mi? Çiçeğe baktım özünü görmeye çalıştım. Sevgimi ve hayranlığımı belirtmek için onlara dokundum. Resme daha büyük bakınca o an modern hayatın nasıl bir şey olduğu gözüme çarptı. Bu sanat eseri olan çiçek. Bir sitenin demir çitine sarılmıştı. Maalesef ki bu zamanlarda önce bahçeleri inşaat sahasına dönüştürüyorlar sonra da bahçeli diye o araziyi daha pahalıya satmaya çalışıyorlar. Etrafına ektikleri/ekecekleri çiçekleri bir “artı” olarak sunuyorlar. Hâlbuki, o çiçek bir gün kendini dozerin lastiklerinin altında ezilirken bulmadan önce evinde güzelce yaşıyordu. İnsan nasıl bencil bir varlık ki “ev” kavramını sadece kendine ait bir şeymiş gibi görüyor?

Hastaneye gittiğimde “zamanda görecelik” kavramını ne kadar içselleştirdiğimi keşfettim. Ben 1 hafta sonrasında yaşıyorum, onlar benim gerimde kalıyorlar. Neyse en azından güzel bir gün geçirmeme vesile oldu. Yüzümde gülümseme ile hatırlayacağım bir gün oldu. Güzel bir şeyi bozanlar topluluğunun ataerkil tavırlarıyla beni rahatsız etmesine izin vermedim. Çünkü onlar benim mutluluğu bozma hakkına sahip değiller. Onlara inat var olacağım, onlara üreteceğim. Onlar kim oluyor ki? Sahip oldukları ufacık organ yüzünden kendilerini dünyanın hâkimi sanıyorlar ama bilmiyorlar ki biz kadınlar olmasa o övündükleri şeyin hiç bir önemi yok.

Zaten bugün bulutlar ve çiçekler dedi bana “Bazen ilerleyebilmek için bir parçandan ayrılmak zorunda kalırsın ya da evini-yaşadığın yeri terk etmez zorunda kalırsın. İşte tüm bunlar aslında seni daha fazla kamçılamak için birer sebep. Onları engel olarak değil de sebep olarak görürsen ancak başarılı olursun.”

 
Leave a comment

Posted by on March 20, 2015 in deneme

 

Tags: , , , , , ,

mor çiçek

mor çiçek

Bu sabah gözlerimin kapısını alacaklı gibi çalan güneşle uyandırılmadım. Güneşin yerini almadan önce mi uyandım sorusunu yanıtlamak için saatime baktım. Saat günü yarılamaya çok yaklaşmıştı fakat güneş bugün mesaiye geç gelecekmiş. Belki de hiç gelmeyebilirmiş. Başkalarını bilmem ama ben güneş enerjisiyle çalışır cümlesinin vücut bulmuş haliyim. Gökyüzün ev sahipliğinde konaklayan güneş sanki yeryüzünü değil de benim ruhumu aydınlatıyor gibi hissederim hep.

Günüme bir an önce başlayabilmek için yatağımla vedalaştım. Yüzümdeki uyku izlerini silmeden içimdeki kadının sesine uyup hemen soluğu balkonda aldım. Çamaşırları toplamamı işaret olarak sayan yağmur benden hemen sonra başladı. “Bugün hemen kararır off yaa.” diye kendi kendime söylene söylene mutfağa gittim.İçmezsem kendime gelemeyeceğim hayati sıvıyı ocağa bıraktım. Başladım günün en sevdiğim öğününü hazırlamaya. Bazı insanlar tek oldukları yemek yiyemezlermiş. Bense bu durumun tam zıttını ispat etmek için yalnız olduğumda kendi çapımda ziyafet hazırlarım. Mutfakla uzaktan yakından bir ilgim olmamasına rağmen kahvaltılık yiyeceklere karşı boş değilim.

Baktım gökyüzüne açacağı yok bari ben renklendireyim günümü dedim. Kahvaltıma onur konuğu olarak güzel bir film açtım. 2. Dünya Savaşı sırasında yaşayan bir matematikçinin hayatı. Günü renklendireyim derken iyice rengini kaçırmışım da haberim yoktu. Şansıma film tahmin ettiğimden daha az acıklıydı. Hayatımda yeterince acı gördüğüm için hayal dünyasının çocuklarını izlerken mümkün olduğunca gerçek hayattan daha az acı/şiddet içeren filmleri tercih ediyorum. Sanırım ütopik dünyaların az bir süre de olsa misafiri olmak hoşuma gidiyor.

Filmi bitirdikten sonra aklıma birden uykulu gözlerimle çamaşır toplarken o renksizlikte gözüme dünyanın tek rengiymiş gibi çarpan mor çiçek aklıma geldi. Onu sonsuzlaştırmalıyım diye düşündüm. Telefonumu  kapar kapmaz gittim arka balkona. Yağmur iyice kendini belli etmeye başlamış. Gerçi toprak bu durumunda pek de şikayetçi görünmüyordu. Bütün misafirperverliğiyle onu ağırlamaya çalışıyordu. Ne kadar süre olduğunu bilmiyorum-zaten zamanla aram hiçbir zaman iyi olmadı- o mor çiçeği seyrettim. Sanki karşımda bitkilerin çektiği güzel bir film varmışcasına gözümü kırpmadan baktım.

Ben onlara bakarken onlar da sanki bana bir şey anlatmaya çalışıyorlardı. Daha doğrusu benimle konuşuyorlardı ama ben onların dilini bilmediğim için boş boş bakıyordum. Bilindik bir ses duyarım belki diye kulaklarımı iyice kabarttım. Konuştular, anlattılar, gülüştüler. Ben sadece baktım. Görmek fiilinden bakmak fiiline geçmeye çalıştım. Güldükleri zaman ben de güldüm çünkü gülümseme dünyanın her yerinde gülümsemedir. Ben güldükçe onlar kahkaha atıyorlardı. Tanrı’m ne kadar güzel bir iletişim şekli oldu bu.

Diğerlerinin ne anlattığına dair hiçbir fikrim yok ama o mor çiçekten bu aralar benim en fazla ihtiyaç duyduğum cümleleri duydum. “Bak.” diyordu bana. “Bak, gördün mü benim rengim nasıl da parlıyor bu grilikte? Nasıl da ayrılıyorum diğerlerinden ilk bakışta. Diğerleri gibi cansız olmayı seçmedim çünkü ben farklıydım ve bunun farkındaydım. Farkında olmama rağmen neden bu durumu yadsıyayım? Senin de böyle olman lazım kendi iyiliğin için. Çünkü sen de benim gibisin, bunu hissedebiliyorum.”

Bu sözler bana ilaç gibi geldi. Yok saymak yerine iyice ayyuka çıkarmaya çalışacağıma söz verdim kendi kendime. Mor çiçek öyle dediyse vardır bir bildiği. Hem zaten mor feminizmin rengi değil miydi?

 
Leave a comment

Posted by on March 19, 2015 in öykü

 

Tags: , , , , ,