RSS

Tag Archives: okumak

Kaybın Türküsü

Kaybın Türküsü

Bazı kitapların sadece ismi güzel olur, bazılarının da kapağı. Ama bu kitap her iki özelliği de gururla taşıyabiliyor. İsmine ayrı kapak resmine ayrı âşık oldum. Öğrencilik yıllarımda gelecekte elbet bir gün tanışırız diye aldığım kitaplardan biri. Rast geldikçe kapak resminden gözlerimi alamıyordum. Kapak resmine ağaç koymak, koymayı düşünmek herkesin harcı değildir. Demek ki köklerden gök kubbeye giden bir şeyler anlatılıyor. Mevzu derin o zaman.

Kitap Borges’ın muhteşem dizeleriyle başlıyor. Onları okuduktan sonra bu kitabı başucu kitaplar listesinin zirvesine göndereceğim kesinleşmişti. İlk cümlesi muhteşem bir gökyüzü tanımlamasıyla başlıyor. Zaten kitap boyunca da yazarın gözlem ve tasvir yeteneklerine hayran kalmamak elde değil. Kitap Hindistan merkezli ama aslında diğer ülkelerde de geçen bir kitap. Bir bölüm başka ülkedeyiz, bi bölüm başka. Mekan değişince kişiler de değişiyor. Her ne kadar baba-oğul olsa da karakterler aralarındaki mesafe-her anlamda-kanlarıyla ters orantılı. Hayattan beklentileri, yaşama tarzları, yaşayışları, gerçeği algılamaları çok farklı.

Diğer karakterlere gelince, kitapta yargıç figürü hemen göze çarpıyor. Bana göre yargıç, Hindistan’daki sömürgeciliğin bağımsız olmalarına rağmen hâlâ devam ettiğinin göstergesi. Bir de Althusser’e göre ideolojinin yansımalarından biri. Kültür araştırmaları dersini almasaydım bu durumu o kadar net algılayamazdım. Her yargıç kelimesini gördükçe eski bilgilerim tozlu raflardan gün ışığına çıkıyordu. Siyah ya da esmer insanları beyazların yasalarına göre yönetmenin nasıl bir durum olduğunu yazar neredeyse her sayfada gözümüze gözümüze sokmuş. İyi de yapmış. Zaten bu kitabın en sevdiğim kısmı gerçeği tüm çıplaklığıyla göstermesi oldu.

Arka plana baktığımızda, Hindistan kültürünün içerisine sanki her kelime giriyormuşum gibi hissettim. İnekler dışında fikrim olmadığı bu ülken hakkında bir yabancı için fazla şey öğrendim. Bütün o sömürge hareketlerine rağmen inatla kendi kültürlerini yaşamaları takdire şayan doğrusu. Yine de pub dediğimiz Avrupa kültürünü yansıtan kavramları benimsemeleri beni çok şaşırttı. Gerçi pub’a da papaz, rahip ya diğer yabancı insanlar davet edince gidiyordu yerli halk. Damsız yerine beyaz adamsız almıyor galiba. Eğitimlerine gelince, bir kısım batı tarzı okullara çocuklarını gönderiyor, bir kısım ise kendi okullarına. Seçim istekten çok ekonomik sebeplere bağlı gelişiyor.

Kendi memleketlerinde yabancı konumuna düşen siyahlar, dışlanmamak için güya medeniyete yani batıya gitmek için fırsat kolluyorlar. Ama batı sadece hayallerinde o kadar güzel olabilir. İşin aslını batıya gidince tecrübe ediyorlar. Kendi memleketinde ötekileştirilse de sayıca çoğunlukta oldukları için kendilerini güvende hissetme şansları var. Batı da ise, siyah etiketiyle yaşamak zorunda olmanın ağırlığı var. İnsanların nefret dolu bakışları, piyasanın çok altında çalışma, iznini bir türlü alamadığı için üç kuruşla geçinmeye çalışma vs gibi sebepler “kötü” de olsa memleketlerine geri dönme isteği filizlendiriyor.

Hakkında araştırma yaptığımda, yazarın olayların hepsini yaşamasa da çoğuna şahit olduğunu vurgulamıştır. Ben de okurken birinci elden gelen bilgi olduğunu tahmin etmiştim. Çünkü olayları o kadar muntazam şekilde aktarabilmek için hissedebilmek lazım. Kadınların hislerinin daha yoğun olduğunu söylerler, sanırım bu durum yazar için geçerli ki insan okurken kendini bir anda olayların içinde buluveriyor. Man Booker Ödülü’ne de lâyık görülmesi bu yüzden. Yazar o kadar akıcı bir kitabın temeline sömürgeciliği koyup gündelik hayatla inşaatı bitirmesi onun ne kadar yetenekli olduğunun en somut kanıtı.

Sonuç olarak,bu kitap okunmalı, okutulmalı. Sömürge sonrası edebiyatın en güzel örneklerinde biri olan bu roman medeniyet anlayışının geçmişine ışık tutacaktır.

 
Leave a comment

Posted by on April 7, 2015 in eleştiri

 

Tags: , ,

karar

karar

En kötü kararın bile kararsızlıktan iyi olduğunu söylerler. Sanırım haklılar da, çünkü bitaraf olmayan bertaraf olur. Hep yaşadım hep gördüm, arafta kalmak en kötüsü. Bundan mütevellit yazacağım ilk kitap eleştirisi daha doğrusu yorumu karar verebilmenin dayanılmaz hafifliği üzerine olacak.

Bu kitabı öğrencilik yıllarımda alıp bir ara okurum diyerek okunmadık kitaplar tepesine eklemişim. O yıllarda okul kütüphanesi ikinci evim olduğu için satın aldığım kitapları sonraları okumak için muhafaza ediyordum. Kabul ediyorum, bu kitabı alma sebebim ödüllü bir kitap olmasıydı. Son sayfayla da tanıştıktan sonra ödülü gerçekten kelimelerinin azmi ile almış olduğu kanaatine vardım. O ödülü alan başka kitap var mı diye baktığımda maalesef herhangi bir ize rastlayamadım.

Kitap 2. Dünya Savaşı sırasında yaşamış bir ressamın hayatını anlatıyor. Aslında tam olarak biyografik bir kitap da diyemeyiz. Çünkü sadece karakterin anlattığı kadarını görebiliyoruz. Kim bilir kelimelerin dile gelmediği daha nice yaşanmışlıklar vardır. Kitap aslında sondan başlayıp tekrar sona dönmesiyle postmodernist bir özellik taşıyor. İlk sayfalarında iki seçenek arasından birini seçmesini gerektiğini öğreniyoruz. Son cümlelerinde ise seçimini. Ve seçim için sadece 2 gün veriyorlar.

Bu aralar resme karşı bir meyilim olduğundan mıdır bilinmez ama bu kitap beni okudukça daha çok içine çekiyor. Tabiki de adamın yeteneğini kıskanmıyor da değilim. Adam ülke ülke gezip istediği şehirde kendi stüdyosuna sahip olacak kadar para kazanabiliyor. Sanatla para kazanabilmek, hayalimin yaşandığını görmek bana tuhaf bir his verdi. Özel hayatına bakınca o kadar da mükemmel olmadığını görüyorum ama zaten kimin hayatı mükemmel ki?

Kitap 1. tekil şahısla yazıldığı için sanki yazarla birlikte o anları yaşıyormuş izlenimine kapıldım. Birlikte tuvaldeydik, birlikte manzaraları seyrediyorduk, birlikte siparişleri yetiştirmeye çalışıyorduk. Aslında en önemlisi birlikte geçmişe gidiyorduk. Yazar resim yapar gibi yazmış kitabı da . Ben hayatımda nadiren kitapları çizerim ve bu kitabın yarısından çoğu çizili. Hayatımda okuduğum en güzel kitaplar listesinde zirveyi bayağı bayağı zorluyor.

Kitapta birçok cümle beni benden aldı ama en önemlisi ressamın “Galiba ben çocukluğumu geri kazanmak için resim yapıyorum.” cümlesi en kuvvetlisiydi. Geçenlerde de bir arkadaşım “İnsan bir amaç için yaşar.” demişti. İkisinin ruhu çok eskilerden tanış galiba. Ressam çok çalışıyordu evet gerçekten çok çalışıyordu, onun verdiği emeği sadece bir sanat eseri çıkarmaya çalışanlar bilir. O sancılar, o ağrılar, beyinde dönüp dolaşan düşünceler… Onu gerçekten çok iyi anlıyorum, gerçekten.

Bazı insanlar sevdikleri işleri yaparak hayatlarını kazanırlar. Bu ressam da onlardan biriydi ve ben de onlardan biri olmak istiyorum. Ressam işinin mükemmel olması için insanüstü bir çaba gösteriyordu. Geceleri rüyalar alemine gitmek yerine eseriyle birlikte harcıyordu. Ve sabahın ilk ışığı yeryüzüne geldiğinde uykusuzluktan ve yorgunluktan bitkin bir hâlde değil de işi en iyi şekilde yapabilmenin verdiği rahatlıkla ve gururla güneşi selamlıyordu.

Kitapta bilinç akışı tekniği farklı bir şekilde kullanılmış. Her yeni bölümde şu andan geçmişteki anılara misafir oluyorduk. Şimdiki andan bildiğimiz tek şey kanserinin vücudunda kendini gösterme şekilleri idi. Annesinden, babasından, sevgilisinden, karısından tanışma faslını uzun tutan ressam, olayları iki karakter üzerine kurmuş; babası ve sevgilisi. İkisi de onun kariyerinin vazgeçilmez parçaları olmuş, onlar olmayınca da var olmayı reddeder hâle gelmiş.

Kitap her ne kadar dönemin olaylarına değinmemeye çalışıp otobiyografik bir eser olsa da, bizler öncesinde ve sonrasında neler olup bittiğini fark edebiliyoruz. Savaşlar, toplama kampları, kaçışlar, ölümler, vs vs vs. Gerek ressamın hassas kişiliğinden gerekse kitabın zamanın sadece iyi anılarını gösterme çabasından tarihin tozlu yollarında kendimizi kaybetmiyoruz. Şimdiki zamana giden yolu kolayca bulabiliyoruz.

Sona gelindiğinde evet, bir karar veriliyor aslında çoktan verilmiş bir karar sözcüklere indirgeniyor.

 
Leave a comment

Posted by on March 26, 2015 in eleştiri

 

Tags: , ,

Hayatın Pulu

Hayatın Pulu

Aylardan Kasım, 2014’ün son kırıntılarını. Salon istasyonundan hayaller istasyonuna kitaplarla yolculuk etme sezonum henüz bitmemiş. Dışarıda Akdeniz’in mücevher gibi parlayan sonbahar güneşi. Zaman gökyüzünün masmavi sabahlığını çıkarıp yavaş yavaş zifiri karanlık gece elbisesini giymeye başladığı anlar.

Haftasonu telaşesinin yankılarını duyuyor kulaklarım.Bir türlü elimdeki kitaba başlayamıyorum. Gerçi başlayamama sebebim dışarıdaki gürültü değil, kitap isimlerine aşık olmama sebebiyet verecek olan kitabın ismi. “Cehennem Çiçeği” Ne kadar farklı, ne kadar değişik bir kitap ismi olmuş diye benim için saatler gibi gelen ama normalde sadece birkaç saniye olan süre zarfında düşünüyorum. Semavi dinlere mensup bütün insanlar için “ceza” olarak görülen ve çok çok kötü olan zamanları/yerleri anlatmak için kullandığı kelimeyi dünyanın en naif bitkisiyle eşleştirebilir ki? Tınnnkk, soru haneme bir soru daha eklendi.

Belki bu anlaşılmaz eşleştirmeyi anlayabilmeme yardımcı olur diye sayfaları çeviriyorum. Sayfalar elimden kayıp gittikçe kitabın ismi ile kitap arasındaki bağ uzay boşluğuna benziyor.-Galiba ben hala tam anlamıyla bir postmoderniste dönüşemedim, içimdeki geleneksel çocuğu susturamıyorum.-Bütün bu bilinmezliği bir daha bakmamak üzere depoya kaldırıp kendimi tamamen kitabın içindeki kelimelerin kontrolüne bırakıyorum. 5 yaşındaki bir çocuğun hayatını anlatan büyükler için yazılmış bir kitap olduğunu keşfediyorum. Ama kitaptaki 5 yaşındaki çocuk yaşıtlarından çok farklı şekilde algılıyor dünyayı, “Büyümüş de küçülmüş.” derler ya, aynen öyle. Sanırım bilinmezliğin perdesini aralamaya başladım.

Tam kendimi kitaba esir etmişken annemin soru bombardımanıyla gerçek dünyaya mecburi iniş yapıyorum. “Merve, pulu gördün mü? Nerede o pul? Nereye düştü o pul? Kadın mı attı acaba?” diye sorularla karşılanıyorum. Ne olup bittiğini anlamam için boş boş bakıyorum. Sonunda “Anne, ne oldu?” diye sormayı akıl ediyorum. Bir dokunup bin ah işitmek cümlesini bir kez daha tecrübe ediniyorum. Çoğu kelimeyi, cümleyi yakalayamıyorum bile. İçlerinden sadece çok önemli bir kağıt parçası olduğunu anlamama yetecek cümleler duyuyorum.

Bizim evi bilen bilir, bilmeyenler için de söyleyelim. Evde bir tarihçinin yaşadığını benim odam hariç her yerde rahatlıkla hissedebilirsiniz. Annem evini her daim sırtında taşıyan kaplumbağa misali geçmişinin ispatlayana eşyalarla yaşadığı ortamın her yerinde canlı tutmaya çalışır. Evde benim tanımlayamadığım o kadar çok eşya var ki anlatmaya kelimelerim yetmez. Bu eski sevdası mesleği yüzünden mi yoksa hatıralarıyla sürekli birlikte olma ihtiyacından mıdır bilinmez. Diğer taraftan annem bütün anılarının gözlerinin yaşına bakmadan 40 yıllık doğduğu/büyüdüğü/yaşadığı şehri terk etmiştir. Sanırım bu anlaşmalı ayrılıktan sonra geri dönememenin acısını eşyalara tutunarak dindiriyor.

Psikolojik çözümlememi de yaptığımı göre artık kitabıma dönebilirim derken annemden son nefesini verdiğinde yanında olamadığı-belki de bu yüzden vicdanı tarafından rahatsız edildiği-dedemi rüyasında gördüğünü ve dedemin anneme verdiği birkaç kağıdı bozdurarak işlerini görmesini söylediğini işitiyorum. Aslında bütün meselenin bozuk olan aile iletişiminden kaynaklandığını keşfediyorum. Meğer o pullar artık dedem olmuş da haberim yokmuş. Canlı varlık olsaydı dedemin ruhunun onun vücudunda yeniden ortaya çıktığını belirtirdim. Ama maalesef ki bu treni kaçırdık.

Kitabımı elime aldığımda kafama dank ediyor, hayatımız aslında bir mektup ve içinde ne yazıldığını görebilmemiz için o mektubu açmamız gerekiyor. Zarfın üstündeki pul ise unutkan insanoğlunun nereden gelip nereye gittiğini hatırlatır.

 
Leave a comment

Posted by on March 18, 2015 in öykü

 

Tags: , , , , , , , ,

HARFLERİN BÜYÜSÜ

HARFLERİN BÜYÜSÜ

Onlarla tanıştığım ilk günü tam olarak hatırlayamıyorum. Zamanı kavrayamadığım zamanlarda olduğunu biliyorum bir tek. Tam olarak ne olduklarını kestirememe rağmen bakışlarımızın ilk kez kesiştiğini ve gözlerimizle birbirimize bir şeyler anlatmaya çalıştığımızı anılarımın tavan arasından hayal meyal buluyorum. Mıknatıs gibi beni kendilerine çekiyorlardı, çekim güçlerine karşı koyamıyordum. Sanki bedenim onların kontrolü altındaymış da ben de onların dediklerini harfi harfine uygulayan bir kuklaya dönüşmüştüm.

Onlarla sürekli haşır neşir olacağım yere başlamam çok uzun sürmedi. Her güne onları selamlayarak başlıyor, her geceyi uykunun maharetli elleriyle yıldızlarla birlikte gideceğimiz rüyalar alemine varana kadar onlarla birlikte geçirerek bitiriyordum. Az gittim, uz gittim, defter kalem düz gittim, sonunda onların büyülü dünyasına varabildim. Bu dünya daha önce görüp görebileceğim bütün dünyalardan daha uçsuz bucaksızdı. Onlarla daha yeni tanıştığım için ürkek ceylan misali etraflarında dolaşıyordum. Ama onlar sanki 40 yıllık hukukumuz varmış gibi benimsemişlerdi beni.

“Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez.” derler ya, işte ben bu cümleyi o sihirli dünyada ilk kez tecrübe edindim. Her gün beni kendi elleriyle yaptıkları en leziz kelimelerle besliyorlar, billur gibi sesleriyle kana kana susuzluğumu gideriyorlardı. Sanki 40 yıllık kıtlık ve kuraklıktan çıkmışım gibi yiyip içtikçe daha fazlasını istiyordum. Bitmek tükenmek bilmeyen açlığım ve susuzluğum varmış meğer benim. Gülümseyerek “Bu yılların açlığı ve susuzluğu, ondan böyle yedikçe yiyesin içtikçe içesin geliyor. Bu durum senin gibilerde çok sık yaşadığımız normal bir durum.” diye beni telkin ettiler.

Zaman orada Alice’in Harikalar Diyarı’ndaki gibi işliyordu. Harflerle dolu bir denizin altına dalış yapmış ve dipteki hazineleri görünce yüzeye çıkma isteğim kendiliğinden gidivermişti. Yaşım bunu söylemek için çok küçük olabilir ama bence oradaki hazineler insanoğlu denilen varlığın en kıymetli mücevherlerine ev sahipliği yapıyordu. Onları dile getirmek imkansız, ancak anlatabilmeye çalışırım. Onu da pek becereceğimi sanmıyorum. Daha yolun başındayım, henüz çözemedim kelimelerin şifrelerini.

“Her güzel şey bir gün biter.” cümlesine şiddetle karşı çıkıyorum. Çünkü ben “bitiş” diye bir şey olmadığının farkındayım. Her şey birbirine bağlı zincirler misali bilinmeyen bir güç tarafından evvel zaman içinde birbirine bağlanmıştı. Bugüne kadar kimse onları ayırmaya kalkmadı, gerçi böyle bir şeye cesaret etseler bile başaramayacakları bu dünyada en fazla bilinen imkansızlıklar arasındaydı. Ben ise bu durumu aklımdan hiç çıkarmıyor, sıradaki olana kadar ruhumu zamanın dinginliğinde dinlendiriyordum. Tabiki de araya tadı damakta kalan küçük sohbetler de sığdırmıyor değildik.

Kelimeler, ahh kelimeler… , “Bitmek” fiilinin karşıtı olduğunun ispatı olan, benim için sonu gelmeyecek varlıklar. Ve ben o masalsı dünyaya girdikten sonra asla kendimi yalnız hissetmedim. Etrafım her daim kelimelerle çevrildi. İhtiyacım olduğu zamanlarda “kol kanat” gerdiler. Nefeslerini her an kalemimin ucunda gördüm. Kuş olup uçtum, balık olup yüzdüm, toprak olup bitkileri dinledim onlarla. Dünyanın en güzel şeyi oldular bana ama hiç bitmediler.

Hani “İlk bakış unutulmaz.” derler ya, işte o ilk bakış sonsuza dek sürecek masalın var olma sebebi oldu.

 
Leave a comment

Posted by on March 15, 2015 in deneme

 

Tags: , , , , , , , ,