RSS

Category Archives: deneme

bir zamanlar

bir zamanlar

Bugün bir kılıfına uydurup zaman içerisinde yolculuk yapmayı ne kadar sevdiğimi fark ettim. Yine gittim yıllar yıllar öncesine. Yine ayaklarım götürdü beni anılarıma. Beynim kontrolü bırakmış gibiydi. Hareket eden varlık ben değildim, geçmişimin izleriydi. Geçmiş beni mıknatıs gibi kendine çekiyordu. Karşı koymadım hatta kendimi onun kollarına bilerek ve isteyerek bıraktım.

Bugün hastanenin bir bölümü ile veda ettim. İlişkimiz kısa sürdü ama güzeldi. Tadı damağımda kaldı desem yeridir. Halbuki ev sahipliğini yaptığı resimlere ve tablolara çok bağlanmıştım. Diğer taraftan, kalbimin ve damarlarımın halet-i ruhiyesi gayet iyiymiş. Yönümüzü başka yöne çevirmemiz gerekmiş, öyle dedi maviler içindeki adam. Bir sonraki durak büyük ihtimal belli şimdiden. Bir müddet valizimi yeniden düzenlemek için vaktim olacak. Haftalık kek ve kahve rutinim biraz aksayacak. Saçlarımı da ayrıca hazırlamam gerekecek. O değil de huni saçlarıma çok yakışacak bence. 😀

Normalde bahçede bekleyecek iken yani en azından aklımın böyle bir düşüncesi vardı. Kendimi kampüs içine giden bir minibüste buldum. Kitap alacağım vardı, birde o aklıma geldi. Bir de konuşmak istediğim bir hoca vardı, onunla konuşmak daha doğrusu “Bak, ne kaybettiniz?” diyebilmek için gitmek istiyordum. “Başarı insanların yüzüne vurmak içindir.” demişti bir dizideki karakter. Kesinlikle, doğru. Meydanı geçer geçmez dizlerde bir titreme, kafamda acabalar uçuşmaya başladı. “Acaba yapmasam mı, gerek yok.” tarzı cümleler ayaklarımın hareketine yetişemiyordu.

Yapmalıyım dedim ve hiç durmadan yürüdüm. Ben yürüdükçe anılarım yüzüme yüzüme çarpmaya başladı. Görünmezlik pelerini giyen anılarımın gücü tahmin ettiğimden daha fazlaymış, gördüm. Kendimi birden bir zamanlar bütün heyecan, mutluluk, yenilgi, bıkkınlık vb duygularımı yaşamamın ilk adımını olan merdivende buldum. Hayatımda hiçbir merdiveni çıkarken zamanın bu kadar yavaş geçtiğini hatırlamıyorum. Adım attıkça anılarım hafızamda daha fazla yer ediniyordu sanki. Sonra geçer mi bu günler diye hayıflandığım koridorda arkamda duran anılara bakarken kendimi buldum.

Evet, günler geçmişti ama geçen sadece günler değildi. O kadar çok şey geçmişti ki anlatsam sabaha kadar uykusuz kalmama sebep olur. O zamanlar hayatımda “öz” vardı. Hayatımın özü olduğunu sanıyordum. Çocukluk işte. Meğer o “öz” beni hayatımın özünü bulmama sevk edecekmiş. Ne çok yaşanmışlık vardı. Kolonların dili olsa da konuşsa. Ama sanki dün gibi kahkahalara boğuluşumuz, gereksiz stresleri yaşayışımız. Zaman ne çabuk geçmiş. Aslında geçmemiş, oraya gidince her şeyi gözümde yeniden canlandırdım. Ölen birinin saklanan külleri gibi benim de anılarımı o beton yığını muhafaza ediyormuş.

Anılarımın af dileyerek kitabıma doğru koştum yani başarımı gözlerine sokmak için. Aradığım kişiye ulaşılamıyordu, kim bilir neredeydi. Gittim gittim geldim koridor boyunca. Bir zamanlar korka korka gittiğim yoldan bu sefer gururla geçiyordum. Başarmanın verdiği yetkiye dayanarak gülümsememi koridorda bol keseden dağıttım. Böyle bir şey yapacağım aklımın ucundan dâhi geçmezdi. Ama zaten hayat aklımızın ucundan geçmeyen şeyleri yaşamamız değil mi? Ya da ihtimaller kategorisine dâhi sokmadığımız durumları yaşamamız?

Etraftaki insanlara ben başardım diyerek bağırmayı istedim. Yapamadım, sadece yüzlerine gülümsedim. Kesin kim bu deli demişlerdir. Dizlerimin titremesi geçmişti. Aşağı doğru inerken hatıralarım da mantar gibi türüyordu beynimde. Nereden nereye dedim. Gideceğim demiştim ve gitmiştim. İşte bu kadar basit olmuştu her şey. Akdeniz’in kucağından bozkırın ortasında kendimi buldum. Deniz hasreti çektim. Kışın üşümemeyi diledim. Yolda yürürken gözüm portakal ağaçlarını aradı. Gökyüzü ile denizin mavinin aynı tonda olduğu an’ı yeri aradım. Bulamadım ne portakalı ve ne de o mavi tonunu. Bu yüzden turuncuya daha fazla bağlandım, maviye de aşık oldum.

Eve gelince fotoğrafta kuş olduğunu fark ettim. An meselesi, gerçekten çok iyi denk gelmiş. Kuş olmuş uçmuşum bu diyardan özgürlüğüme ulaşabilmek için.

 
Leave a comment

Posted by on April 1, 2015 in deneme

 

Tags: , , , ,

yazmak ya da yazmamak

yazmak ya da yazmamak

Son zamanlarda davetsiz misafirim olan panik atak haftaiçi wordpress mesaimi dün sekteye uğrattı. Vücudumu kendi kuklası imiş gibi hareket ettiriyor, kontrolü ele geçiriyor. Beynim de nedense bu duruma boyun eğiyor. Bu öğretilmiş çaresizlik kavramını hiç öğretmemeliydim beynime. Böylece içi boş düşüncelerle beynim hiçbir zaman istila edilemezdi .

Mevzumuz yazmak. Gariptir ki benim resmî olarak yazmaya başlamam ilk panik atağımdan sonra oldu. İçimde volkanlar varmış meğersem ve o volkanları kelimelerle söndürmezsem volkanlar vücudumu lavlarıyla yakarkmış. O gün işte o gün bugün dedim. Öğrenciliğimde yazmak istiyordum ama henüz hazır olmadığımı biliyordum. Belki de her sınavda en az 10 sayfa yazdığım için içimdekileri bir şekilde dışarıya atabiliyordum. O yüzden sürekli erteleme durumuna almıştım kendimi. Sığınak olarak da “Hazır değilim, biraz daha okumam lazım.” cümlelerini kullanıyordum.

Bir işaret gerekmiş bana büyük bir işaret. 8 Mart’ın ilk saatlerinde aldım o işareti. 8 Mart benim için gittikçe daha fazla anlamlaşıyor. Benden çok çok önceleri yaşamış kadınların açtığı yolda gösterdikleri hedefe durmadan yürümeye ant içtim galiba. Bir ambulans-acil macerasından sonra yeter artık dedim. Bundan sonra hayatın yükünü ruhum tek başına kaldırmamalı. Ruhum Atlas misali dünyamı taşımaktan helak olmuş bir şekilde. Kelimelerin bu duruma bir ek atması gerek. Hatta kelimelerin ruhumla yer değiştirip dünyamı taşımalarının vakti gelmiş geçiyor bile.

Hatırlıyorum da taa lisede bile ben yazar olacağım diyordum yüksek sesle. Neyime güvendiğimi bilmiyorum. Zaten toplumun stereotip mesleklerine hiçbir zaman ilgim olmadı. Nerede uç bir meslek varsa onu seçtim kendime hedef olarak. İnsanın kişiliği ne zaman tam oluşur bilmiyorum ama birey olarak kendimi kendime ispat ettiğim zamanlar yazarlık mesleğini merkezime almıştım. Ateşin etrafında dolanan bir kuş gibi ne çok uzak ne de çok yakın bir mesafede ikamete başlamıştım. Henüz yaklaşmaya cesaretim yoktu. Biraz daha zaman var diyordum kendime biraz daha zaman.

Zamanı somut ölçeklerle ölçmeyi asla benimsemedim. O ateşin yanına yaklaşmaya cesaretim olacak kadar zaman geçmişti. İhtiyacım olan tek şey bir işaretti. İşaret geldi. 2014 yılının ateş gibi sıcak bir Beytepe gününde. İşime hiç yaramayacak ya da kullanmayı hiç istemeyeceğim bir programın sınavı için Ankara’ya gitmiştim. Sınav yerim 4 yıl öncesinde beni hazırlık okumaktan azat eden yabancı diller binasıydı. Oranın bana bir kez daha şans getireceğini biliyordum. Ayaklarım beni sınıfa erkenden götürdü. Zamanın gelmesini beklerken gözetmen denilen adamla sohbete başladık.

Hoş beşten sonra mesele ne yapmayı düşünüyorsun sorusunun cevabına geldi. Ütopik olsa da yine aynı cevabı verdim “Yazar olmak istiyorum, yazar olacağım.” Adam bana öyle farklı bir şekilde baktı ki dünyanın en yanlış cümlesini kurmuşum dedim kendi kendime hayıflanarak. Uzaylımışım gibi bakacak artık bana derken adam en az benim kadar farklı bir cevapla karşılık verdi “O kadar edebiyat mezunu/öğrencisi gördüm, ilk defa biri bana bu cevabı verdi. Bu gerçekten çok güzel bir şey, seni tebrik ederim.” Kulaklarım bu cümleleri duyar duymaz beynimi duygu kargaşasına sürükledi.

Durum gittikçe garip bir hâl almaya başladı. Adamın bana attığı bakışlar içimdeki inciyi gün ışığına çıkarak güç kanalları olmuştu. İlk defa tanımadığım biri beni cesaretlendirmek için uğraşıyordu. Ben sürekli yazar olarak hayatımı idame ettirmenin imkansızlığından dem vururken o karşıma bunları bahane olarak kullanma diyen cümlelerle çıkıyordu. Beni tanıyan insanların beni tanıdıkları için destek oldukları düşünürüm. Ama bu kez sadece ismimi bilen insan bana “yaz” diye emrediyordu sanki.

Sınav bitti, tam kağıdı teslim ederken “Yazmalısın, yazacaksın, sakın yazmaya sırt çevirme.” dedi. İşte o kelimeler benim bir zamanlar kaybettiğim rotamı yeniden bulmamı sağladılar. Yazmak ya da yazmamak, işte bütün mesele bu!

 
Leave a comment

Posted by on March 25, 2015 in deneme

 

Tags: , , , , , , , ,

tardis

tardis

Bu sabah gözlerimi açmamı sağlayan sebep su tesisatı oldu. Bazıları su sesinin dinlendirici olduğunu söyler, bu iddiaya bir nebze katılıyorum. Hatta Akıl Hastaneleri’nin çoğunun bahçesinde süs havuzu ve içinden su akan yapılar vardır. Osmanlı’da da akıl hastalarını su sesiyle tedavi ettikleri bilinir. Ama 7 gün 24 saat de dinlemek pek dinlendirici olmuyormuş onu yaşadım.

Gözlerim perdelerini aralamadan önce rüyalar aleminde yine aksiyon üstüne aksiyon yaşıyordum.-Freud keşke bizimle biraz daha yaşasaydı da şu rüyalar alemini iyice gün ışığına çıkarsaydı.- Yine otobüsler, yine bir yere gitmeler, yine birilerinden kaçışlar. Acaba içimdeki bu kaçış istemini bilinçaltım merkez üssü olarak mı kullanıyor? O’nun çok yakından arkadaşlarından birini gördüm. Kendisini görmezken onu görmem çok garip geldi bana. Yaşayıp yaşamadığını bile bilmediğim bir insanın belki de görüşmediği bir arkadaşını görmem sabah sabah kendime gelmemi bayağı zorlaştırdı. Üstelik gördüğüm mekan da bir müddet onun yaşamasına izin verdiği beni de nedense bir türlü benimseyemediği şehirdi.

Ahh İstanbul ahh… Seninle yaşamak için tam 365 günümü verdim. Her günü sana bir adım atabilmek için yürüdüm. Her sabaha seninle uyandım, her geceyi seninle bitirdim. Gözümün gördüğü tek şeyin senin olmasını istiyordum. Seni hak edebilmek için o kadar ter döktüm. Ama sen beni istemedin. Bazen iki insan daha hiç tanışmadan birbirinde soğur ya sanırım biz de öyle bir şey yaşadık. Daha birbirimizi tanıma fırsatı dahi verilmeden olası ilişkimizi kendi ellerinle öldürdün. Bir gün gelip sana bunun hesabını sormak istiyorum. Bunu bana niye yaptın? Neden seni sevmeme, anılarımın ev sahibi olmana izin vermedin?

Bugün herhangi bir nesnenin yardımı olmaksızın geçmişe gittim. Bu sefer beni geçmişe götüren kelimelerim ve anılarım oldu. Anılar gerçekten de bir başkasına anlatılırken yeniden yaşama dönüyorlarmış, tecrübe edindim bugün. Fark ettim ki gerçekten 4 yılım o renksiz şehirde gökkuşağı misali gibi geçmiş. Keşke en sevdiğim anları yaşadığımda zamanı durdurabilme gücüne sahip olsaydım. O an’da kalır, hiç bir zaman aralığına gitme teşebbüsünde bulunmazdım bile. Ankara, Hacettepe, Beytepe… Üniversite yılları, büyüme yılları, hayallerin peşine düşme yılları…

Bunu hep diyorum, Hacettepe benim aklımın ucundan bile geçmezdi. Ama sonra kendimi hayallerimin ötesinde bir yerde buldum. Ben orada bulunarak başkalarının hayallerini yaşıyordum. Oraya gelemeyen insanların hayallerini. Kendi hayallerimin peşinden gidemeyecek kadar cesaretsiz miyim diye sordum kendi kendime. Burayı yazmasaydım, kırmızı gören boğa gibi kırmızısına koşmasaydım neler olurdu acaba? Gelmez dedim kendime tercihler açıklanana kadar, gelirse de kendimi ispat etmiş olurum. İçimdeki cevheri görmeyen insanların suratlarına tokat gibi yapıştırırım dedim.

40 kere bu cümleyi söylemiş olmalıyım ki kendimi sonuç sayfasının ekranında Hacettepe yazan bir sayfaya boş boş bakarken gördüm. Üzüntüden gözyaşlarımı tutmaya çalışmanın o saçma durumun içinde balonları kaçmış bir çocuk gibiydim. Sahip olamamıştım, tamamiyle benim hatamdı. “Senin burada olman gerekmiyor, bunun farkındasın değil mi?” cümlesi kafama kaç kere kazındı sayamadım bile. Aksi gibi Mersin’de kurduğum içi dolu “Ben buraya ait değilim.” cümlesi sönmüş bir balon gibi duruyordu zihnimde. Bu sefer gidecek bir yerim de yoktu. Issız adaya düşmüştüm ama yanıma 3 şey almamıştım.

“İçim mi daha bunaltıcı yoksa dışarıdaki hava mı?” diye diye bitirdim gençliğimin en güzel yıllarını. Belki de gitmem gerekiyordu, yoksa Emir’le nasıl tanışırdım? Ying-Yang gibi geliyordu oradaki hayatım. İyi bir şeyler olacaksa eğer kötü şeylerin de olmasına izin vermeliydim. Dengeyi bulmayı öğretti bana o gri şehir. Aslında en önemlisi içimdeki gökkuşağını her daim canlı tutmam gerektiğini…

 
Leave a comment

Posted by on March 23, 2015 in deneme

 

Tags: , , , , , ,

sarı sarı

sarı sarı

Bu sabah güneşin ışıkları uyandırma servisim oldu. Onu görür görmez koca bir gülümseme ile rüyalar alemini terk ettim. Hemen çektim gözlerimin önündeki perdeyi, başladım gökyüzünü seyre. Aslında bugünün ilham perisi bulutlardı ama onları tek çekemedim. Gökdelen misali uzanan inşaat halindeki site binası bulutların önünü kapatmıştı. Bir de bulutları somut bir şekilde sonsuzlaştırmak yerine o anı gözlerimle beynime kazımayı tercih ettim.

Hayatım boyunca görüp göreceğim en güzel bulut manzarasıydı. Gözlerim ilk kez bulutların hareketine şahit oldu. O ana kadar hep bana denilen “Bulutlar hareket etmez, insan hareket ettiği için onlar da hareket etmiş gibi görünür.” cümlesini çürüttüm. Yatağımda bir rüya gibi bulutların hareketini izledim. Önce yavaşa yavaş geldiler, sonra birleştiler. Birleşince hep birlikte aynı yöne doğru yol aldılar. Daha sonra içlerinden bir parça rotasını değiştirmek istedi. Kendi etraflarında dönerek o parçayı içlerinden ayırdılar. sonra herkes kendi yoluna.

Bu aralar ya umutvâri şekilde düşünmek için doğayı bahane ediyorum ya da gerçekten doğa insanoğlu denilen varlığa her daim kendi diliyle bir şeyler anlatmaya çalışıyordu da ben yeni fark ettim. O bulutlar, o gökyüzü mavisi, o güneş… Sanırım doğaya fazla anlam yüklemeye başladım. Yalnızlığıma yoldaş olsun diye onları seçilmişler grubuna birer birer dâhil ediyorum şu sıralar. Seçilmiş olduklarını yeni yeni keşfetmiş de olabilirim.

Kahvaltı faslını fazla uzatmadan hastane için hazırlanmaya başladım. Tam havanın sıcaklığını ölçmek için penceremden elimi uzatmışken bir yağmur damlası düştü avcumun içine. Mart martlığını yapmadan gitmeyecekti anlaşılan. Havaya inat hırka giydim. Ben kafamda baharı getirdim o gelmese de olur. Fiziksel varlığın o kadar önemli olmadığını sevdiklerimi kaybedince anlamıştım zaten. Attım kendimi yağmurlu bir bahar havasına. Yolda yürürken. Gözüme sarı çiçekler çarptı. Ten rengime ne kadar benziyorlardı. Hemen telefonuma sarılıp birkaç tane poz yakaladım.

Bu aralar çiçekler beni kendilerine mıknatıs gibi çekiyorlar, nedendir bilinmez. Ama çiçekler çok güzel değiller mi? Çiçeğe baktım özünü görmeye çalıştım. Sevgimi ve hayranlığımı belirtmek için onlara dokundum. Resme daha büyük bakınca o an modern hayatın nasıl bir şey olduğu gözüme çarptı. Bu sanat eseri olan çiçek. Bir sitenin demir çitine sarılmıştı. Maalesef ki bu zamanlarda önce bahçeleri inşaat sahasına dönüştürüyorlar sonra da bahçeli diye o araziyi daha pahalıya satmaya çalışıyorlar. Etrafına ektikleri/ekecekleri çiçekleri bir “artı” olarak sunuyorlar. Hâlbuki, o çiçek bir gün kendini dozerin lastiklerinin altında ezilirken bulmadan önce evinde güzelce yaşıyordu. İnsan nasıl bencil bir varlık ki “ev” kavramını sadece kendine ait bir şeymiş gibi görüyor?

Hastaneye gittiğimde “zamanda görecelik” kavramını ne kadar içselleştirdiğimi keşfettim. Ben 1 hafta sonrasında yaşıyorum, onlar benim gerimde kalıyorlar. Neyse en azından güzel bir gün geçirmeme vesile oldu. Yüzümde gülümseme ile hatırlayacağım bir gün oldu. Güzel bir şeyi bozanlar topluluğunun ataerkil tavırlarıyla beni rahatsız etmesine izin vermedim. Çünkü onlar benim mutluluğu bozma hakkına sahip değiller. Onlara inat var olacağım, onlara üreteceğim. Onlar kim oluyor ki? Sahip oldukları ufacık organ yüzünden kendilerini dünyanın hâkimi sanıyorlar ama bilmiyorlar ki biz kadınlar olmasa o övündükleri şeyin hiç bir önemi yok.

Zaten bugün bulutlar ve çiçekler dedi bana “Bazen ilerleyebilmek için bir parçandan ayrılmak zorunda kalırsın ya da evini-yaşadığın yeri terk etmez zorunda kalırsın. İşte tüm bunlar aslında seni daha fazla kamçılamak için birer sebep. Onları engel olarak değil de sebep olarak görürsen ancak başarılı olursun.”

 
Leave a comment

Posted by on March 20, 2015 in deneme

 

Tags: , , , , , ,

HARFLERİN BÜYÜSÜ

HARFLERİN BÜYÜSÜ

Onlarla tanıştığım ilk günü tam olarak hatırlayamıyorum. Zamanı kavrayamadığım zamanlarda olduğunu biliyorum bir tek. Tam olarak ne olduklarını kestirememe rağmen bakışlarımızın ilk kez kesiştiğini ve gözlerimizle birbirimize bir şeyler anlatmaya çalıştığımızı anılarımın tavan arasından hayal meyal buluyorum. Mıknatıs gibi beni kendilerine çekiyorlardı, çekim güçlerine karşı koyamıyordum. Sanki bedenim onların kontrolü altındaymış da ben de onların dediklerini harfi harfine uygulayan bir kuklaya dönüşmüştüm.

Onlarla sürekli haşır neşir olacağım yere başlamam çok uzun sürmedi. Her güne onları selamlayarak başlıyor, her geceyi uykunun maharetli elleriyle yıldızlarla birlikte gideceğimiz rüyalar alemine varana kadar onlarla birlikte geçirerek bitiriyordum. Az gittim, uz gittim, defter kalem düz gittim, sonunda onların büyülü dünyasına varabildim. Bu dünya daha önce görüp görebileceğim bütün dünyalardan daha uçsuz bucaksızdı. Onlarla daha yeni tanıştığım için ürkek ceylan misali etraflarında dolaşıyordum. Ama onlar sanki 40 yıllık hukukumuz varmış gibi benimsemişlerdi beni.

“Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez.” derler ya, işte ben bu cümleyi o sihirli dünyada ilk kez tecrübe edindim. Her gün beni kendi elleriyle yaptıkları en leziz kelimelerle besliyorlar, billur gibi sesleriyle kana kana susuzluğumu gideriyorlardı. Sanki 40 yıllık kıtlık ve kuraklıktan çıkmışım gibi yiyip içtikçe daha fazlasını istiyordum. Bitmek tükenmek bilmeyen açlığım ve susuzluğum varmış meğer benim. Gülümseyerek “Bu yılların açlığı ve susuzluğu, ondan böyle yedikçe yiyesin içtikçe içesin geliyor. Bu durum senin gibilerde çok sık yaşadığımız normal bir durum.” diye beni telkin ettiler.

Zaman orada Alice’in Harikalar Diyarı’ndaki gibi işliyordu. Harflerle dolu bir denizin altına dalış yapmış ve dipteki hazineleri görünce yüzeye çıkma isteğim kendiliğinden gidivermişti. Yaşım bunu söylemek için çok küçük olabilir ama bence oradaki hazineler insanoğlu denilen varlığın en kıymetli mücevherlerine ev sahipliği yapıyordu. Onları dile getirmek imkansız, ancak anlatabilmeye çalışırım. Onu da pek becereceğimi sanmıyorum. Daha yolun başındayım, henüz çözemedim kelimelerin şifrelerini.

“Her güzel şey bir gün biter.” cümlesine şiddetle karşı çıkıyorum. Çünkü ben “bitiş” diye bir şey olmadığının farkındayım. Her şey birbirine bağlı zincirler misali bilinmeyen bir güç tarafından evvel zaman içinde birbirine bağlanmıştı. Bugüne kadar kimse onları ayırmaya kalkmadı, gerçi böyle bir şeye cesaret etseler bile başaramayacakları bu dünyada en fazla bilinen imkansızlıklar arasındaydı. Ben ise bu durumu aklımdan hiç çıkarmıyor, sıradaki olana kadar ruhumu zamanın dinginliğinde dinlendiriyordum. Tabiki de araya tadı damakta kalan küçük sohbetler de sığdırmıyor değildik.

Kelimeler, ahh kelimeler… , “Bitmek” fiilinin karşıtı olduğunun ispatı olan, benim için sonu gelmeyecek varlıklar. Ve ben o masalsı dünyaya girdikten sonra asla kendimi yalnız hissetmedim. Etrafım her daim kelimelerle çevrildi. İhtiyacım olduğu zamanlarda “kol kanat” gerdiler. Nefeslerini her an kalemimin ucunda gördüm. Kuş olup uçtum, balık olup yüzdüm, toprak olup bitkileri dinledim onlarla. Dünyanın en güzel şeyi oldular bana ama hiç bitmediler.

Hani “İlk bakış unutulmaz.” derler ya, işte o ilk bakış sonsuza dek sürecek masalın var olma sebebi oldu.

 
Leave a comment

Posted by on March 15, 2015 in deneme

 

Tags: , , , , , , , ,

PAPATYA TURİZM

PAPATYA TURİZM

Akdeniz’de bir şubat ayı. Havada kışın son çırpınışları. Akreple yelkovan karanlığı gösteriyor. Zaruriyetten dışarı çıkmışım. Bir an önce işleri yetiştirip eve gitme telaşesindeyim. Evden çok uzaklaşmama rağmen aramızda bir ışık yılı kadar mesafe varmış gibi geliyor. Düşünceler mi beni yürütüyor yoksa ayaklarım mı, ayırdında değilim. Tek bildiğimin bedenim benden bağımsızlığını ilan etmiş olduğu.

Yakındaki alışveriş merkezinin otoparkın kaldırım taşından olma yolunda yürürken gördüm onları. Papatyalar, yani benim geçmişim, tüm yaşantım… Lisansta öğrenciyken “stream-of-consciousness” yani “bilinç akışı tekniği” denilen olayı oturtabilmem için tam 1 senemi verdim. James Joyce’lar, Virginia Woolf’lar havada uçuştu. Aslında olay çok basit: bir nesne veya kişiyi gördüğünde geçmişteki anılarını ve hatıralarını hatırlayıp “o an”a dönmek, birden kendini “o an”ı yaşıyorken bulmak. Bu cümle bana çok terimsel gelmişti o zamanlar. Fakat yerine alternatifim olmayınca mecbur bu açıklamaya tabii olmuştum.

Takvim yapraklarının şubat ayını uğurlamaya hazırladığı o gün beynime kazımak için heba olduğum o açıklamaya karşı kendi alternatifimi gökte ararken yerde buldum. “Nesneler aslında birer zaman makineleridir ve o nesneler sayesinde kolaylık hatıralarınıza ve anılarınıza yolculuk edebilirsiniz.” Durum tamı tamına buydu. Hiç düşünmeden bindim papatya turizmin geçmişe doğru giden uçağına. Yolculuğumuz sona erdiğinde dünyanın en güzel varış yerinde budum kendimi, hayatımın en güzel anlarında. Zaten onlar da beni bekliyorlarmış, şerefime bayağı hazırlık yapmışlardı sağolsunlar.

“Çocuklar insanoğlunun masum yüzüdür.” cümlesine pek itibar etmem. Ama cehaletin mutluluk olduğunu savunanların mütevellit üyesi olduğum için çocukluğun güzel geçmesinin tek sebebinin bilmedikleri ve bu yüzden dünyanın en mutlu varlığı olduklarını dile getiririm hep. Ondan bütün o ağız dolusu kahkahalar, uykunun kollarında deliksiz uyumalar. Aslında bebeklerin gözleri doğduklarından beri büyümeyen tek organmış yani bebekler her şeyi görüyorlar. Sadece ne olup bittiğini anlamıyorlar. “Bakmak” ile “görmek” arasındaki farkı en güzel gözler önüne seren olay bence bu.

Ben de çocukluğuma gittiğimde sadece baktım. Yolculuğa çıkmadan önce heybeme şu anki aklımı ve düşüncelerimi aldığımı hatırlıyor gibiyim. Fakat onları mola yerinde unutmuş olmalıyım ki buraya geldiğimde her şeye sanki onları ilk kez görüyormuşum gibi heyecanla bakıyorum. Her şey çok güzel, her şey olduğundan daha güzel. Gitme vakti geldiğinde çocukluğa yaraşır biçimde mızıkçılık yapıyorum, ama pek faydası dokunmuyor. Biniyorum paşa paşa uçağıma geri dönmek için.

Şimdiki an’ın öncesine “geçmiş” denilmesini bir türlü anlayamam. O an’lar geçmiş değil ki, geçmiş olsalardı şu andaki bizden söz edemezdik. İnsanın geçmiş yaşantılarının şu an’ın temelini oluşturduğunu gayet iyi biliyorum ben. Geçmişi yok saymak temeli yok saymaktır, temelin olmadığı bir yerde diğer şeyler de çökmez mi? Soru işaretleri, soru işaretleri…

Her neyse, sonuç olarak papatya turizm ile yolculuk etmek oldukça keyifliydi, umarım en yakın zamanda yolculuğumu yineleme fırsatı bulabilirim.

 
Leave a comment

Posted by on March 14, 2015 in deneme

 

Tags: , , , , , ,

3 KALP ve 3 ÇİÇEK

3 KALP ve 3 ÇİÇEK

“Gökten düşen 3 elma misali bizim gönlümüzün masal bahçesine 3 tane kalp ve çiçek düşmüştü.” Sonların her daim başlangıç olduğunu savunanlar dünyasında yaşıyorum ve bence burası gerçek dünyadan daha iç açıcı. Sonların gerçekten son olmadığını bilmek, aslında bütün mesele bu. 2 sene öncesinde yaşanan bir son da benim için sonların birer matruşka bebekler oldukları ve içlerinde başlangıçları barındırdığını çok güzel gösterdi.

2013 senesinin kışı yani ocak sonu şubat başı. Yer Akdeniz’in tenha kasabalarından biri. Etraftaki evler yazın gelecek olan sahiplerini beklerken kış uykusuna yatmışlar. Benim dahil olduğum lider adayı gençler de böyle bir yerde kendilerinden küçüklerin deniz feneri olabilmek için eğitimde. Eğitim denilince akla sıkıcı bir ortamın gelmesinin aksine yaşadığım o birkaç gün hayatımın en güzel anılarını çağrıştıran kelimeye dönüştü. Hayatımın bazı ilklerini yaşadım, harika insanlarla tanışma fırsatı yakaladım. O insan da bunlardan biriydi.

Sabah gençlere daha doğrusu ergenlere yaklaşma içerikli etütte görüp görebileceğim en harika psikologu gördüm. Hatta o kadar içten biriydi ki “hoca” olduğuna bile inanamadım.-tipik öğrenci kafası:hocalar soğuk ve samimiyetsiz olurlar- O zamanlar tabi feminism kıvılcımlarını içimde  ateşe dönüştürmeye çalıştığımdan bazı şeyler bana cinsiyetçi gelmişti. “1 insan değişir, bütün insanlık değişir.” cümlesini düstur edinmemden ötürü ve içimdeki feminismin ateşini de harlamak amacıyla ilk gördüğüm an içimden geçenleri tane tane anlatmaya çalıştım. Becerebilmiş olacağım ki “portakal çiçeği” ile birlikte bana o günün güneşi gibi gülümsedi.

İşte o günün gülümsemesi aramızdaki hukukun nişanesi oldu. Bazı insanları tanımak için uzun yıllar yanlarında olmanıza ya da sürekli onlarla aynı ortamda bulunmanıza gerek yoktur. Bir gülümseme ya da gözlerdeki ufak bir ışıltı tüm bunların yerini doldurur. Çünkü o gülümsemelerin ve ışıltıların kaynağı insanoğlu denilen coğrafyanın nadir bulunan gönül pınarıdır. Ve o pınarın suları olan kelimeler öyle büyülüdür ki onları duyduğunuz anda kendinizi peri masallarında bulursunuz.

Evet, aslında bütün mesele dokunduğun hayatlara güzel iz bırakabilmek. Çünkü yıllar üzerimizden geçip tabiat anayla yaşadığımız günler bizden kalacak tek şey bu.

 
Leave a comment

Posted by on March 13, 2015 in deneme

 

Tags: , , , , , , , , ,

MENEKŞE GİBİ KADIN OLMAK

MENEKŞE GİBİ KADIN OLMAK

“Annemin menekşeleri gibisin. Senin gibi çok güzel kokuyorlar ve çok güzeller.” Duyduğum en güzel iltifatlardan biriydi. “Kadınlar çiçektir .” cümlesine çok yakın olmamasına rağmen hep eğilimim olmuştur. Çiçekler tabiat ananın makyajıdır,  doğanın en güzel süsleridir. Gerçi o cümleyi kadınların güzellikleri yanı sıra dayanıksız olduklarını belirtmek için söylüyorlar ama neyse. Yine de bardağın dolu kısmını görelim ve iyi düşünelim ki iyi olsun. Cinsiyetçilik yapmış gibi de olmasın ama kadınlar da erkekleri çiçeklerin doğayı albenili yaptığı taçlandırırlar.

Menekşe gibi olmak… Mor renkte olmak… Mor feminizmin rengiymiş, öyle diyorlar. Ben bunun dahil olduğu renklerin ayrımcılık unsuru bütün cümlelere karşıyım. Renkler ne ayrımcılık göstergesidir ne de iyi/kötü durumu yansımasıdır. Mor rengi severim nedeni de bilmem, aslında tüm renkleri severim siyah hariç. Siyaha yıllardır içim bir türlü ısınmadı. Belki de siyah rengin yas rengi olduğu ve benim hayatımda yası hatırlatan yeterince imge olduğu içindir. Bu atfı da ben yapmadım, yüzyıllardır böyle.

Ahh menekşeler ahh menekşeler… Bazen bir insan hayatınıza giriyor ve sanki yıllardır tanıyormuş gibi geliyor. Sanki tanışmadan önce varlığı sizinle birlikteymiş de siz fark edememişsiniz gibi. Ben bu durumu tam 3 yıldır yaşıyorum. Ya ben kelimelerle geçmişe gitmeye çok meraklıyım ya da gerçekten benim için önemli kelimeleri biliyor. Doğduğumda gözlerim menekşe rengiymiş, annem “mavişim” dermiş. Bunu tahmin etmesi imkansız. Üstelik çocukluğumuzu yaşadığımız şehirler arasındaki mesafe de çok çok fazla. Yani benim çocukluğumu bilmesi söz konusu bile değil.

Peki, ama nasıl? Cevaplandıramadığım bir soru daha eklendi soru haneme. Sonuç olarak menekşeler de menekşe gibi olmak da güzeldir. Ha bir de mor renk her şeyle çok güzel gidiyor.

 
Leave a comment

Posted by on March 12, 2015 in deneme

 

Tags: , , , ,