RSS

Tag Archives: anılar

papatya

papatya

(beni büyüten ilk anneme)

2015’in yeni filizlenmeye başladığı günler. Mevsim kış kostümü giymiş bahar. Saat güneşin mesai saatinin bittiğini gösteriyor. Hatta güneş bugün siyaha devir teslimini erken yapmış galiba.

Dört duvarların benliğime yaptığı baskıdan kaçabilmek için kendimi sokağa attım. Kafamı kaldırmamla bulutların gözyaşlarına şahit olmam an meselesi oldu. Birden kara kara bulutların altında ezilmesine rağmen işini aksatmayıp nefes alıp vermeye çalışan bedenimi bütün hücrelerimde hissettim. Oksijen-karbondioksit alışverişini rayına oturtmuşken gökyüzündeki karanlığın içimin yansıması olduğunu anladım. Eee, insan doğanın yansıması olabiliyorsa doğa da insanın yansıması olabilirdi pekâlâ.

Benliğimin aynasını semadan toprak anaya çevirdim. Benim için büyük insanlık için küçük mesafede yol aldım. Sonra, sanki görünmez bir varlık omzuma dokundu ve “Sağa bak.” dedi. Emre koşulsuz itaat ettim. Dönmemle karşımda bütün saflığıyla çocukluğumu görmem bir oldu. Ortasında güneşi etrafında masumiyetiyle beni gri kaldırım taşlarında mıhladı. Bedenim yine işgal edilmişti, kontrolü bende değildi.

Yağmur damlacıkları büyüteç olmuş gövdelerinde yazan “Gel, bizimle gel.” davetini bütün çıplaklığıyla gözlerimin önüne sermişti. Karşı koyamadım, koymak istemedim. Kendimi davetin akışına bıraktım. Önce kafamı, sonra gövdemi en son da ayaklarımı geçirdim sarı-beyaz kapıdan.

-Elbisesi nerede kızımın? Seçil geçen gün aldığımız beyaz elbiseyi nereye koydun?

-Şimdi ütülüyorum anne.

-Şimdi mi? Dün ütüle demiştim sana, sıcak sıcak giydirmeyelim canı kızarır. Gittin geldin bu kızı kendine benzettin. Havada kuş uçsa bu kızın canına değer. Zaten kim görse bu kızı sarılık mı diye soruyor.

-Aman anne, onlar kendi işlerine baksınlar. Göğsümüzü gere gere kim olduğumuzu gösteriyoruz işte. Başkaları gibi hasıraltı etmiyoruz. Al, bitti elbise. Giydir de üşümesin.

-Anam, babam kuzum, yanıma gel bakayım. Gezmeye gideceğiz. Hadi, giydireyim de şunu sana tez gidip tez gelelim. Akşama yemeğimiz yok.

Ben nereye gelmiştim, kim bunlar gibi sorulara cevap ararken şu iki kadın bana bir şeyler giydirmeye çalışıyorlardı. Etrafta gözlerimi toprak altında altın arayan dedektör gibi gezdirdim. Bir müddet sonra geriye gitmiş olduğumu fark ettim. İşte her sabah anneannemin günlük vardiyasını başlattığı soba, haberler yerine çizgi film açılsın diye her akşam direttiğim televizyon, her gece üstündeki desenleri çözmeye çalışırken uyuyakaldığım gece lambası ve bulutlara merdiven dayayıp çıkmayı hayal ettiğim pencere. Bütün geçmişim karşımda hazır ol vaziyette duruyordu. Şu, hayatını örttüğü tülbentin kenarına işleyen kadın da anneannem, benim büyümüş halimde olan güzelliği yüzünden okunan kadın ise annem olmalı.

Ama bütün o gördüklerim nasıl?

-Fermuarı da çektik mi tamamdır. Seçil baksana, papatya oldu benim kızım. Ne kadar da büyümüş. Tabi her gün yanında olunca insan fark edemiyor. Senin küçüklüğünün fotokopisi. İyi ettin de çocuğu onlara benzetmedin. O ne öyle kara kuru. Benim kızım güneş güneş, bizim güneşimiz.

-Şansı güzel olsun anne. Ben güzeldim de ne oldu sanki? Yüzü benzesin, şansı onlara çeksin. Hadi çıkalım, yolumuz uzun. Harikaların oraya saat başı dolmuş var, kaçırmayalım.

-Hadi o zaman. Paltomu giyeyim, hazırım.

Demek buradan geliyormuş annemin ne zaman beyaz giysem “Anneannen de sana beyaz giydirip papatyam derdi.” demesi. Ne zaman çocukluğum mevzu bahis olsa isminin sürekli geçtiği ama benim bir türlü hayalimde somut bir şekilde canlandıramadığım Harika Teyzelere giderken olmuş her şey meğersem.

Kaç yaşındayım acaba? Hiç de anlamam ki bebeklerin/çocukların yaşını çıkarmaktan. Fena da bir bebek değilmişim, fotoğraflardan daha iyi görünüyorum. Eh, 90’lı yıllar. Teknoloji içine film koyduğumuz fotoğraf makinesi demek. Onların da megapikseli belli yani.

-Merve, kenara çekil. Araba geliyor. Dikkat et.

-Tamam, anne, kenardayım ben. Sen de çekil.

Kulaklarım duyduklarımı beynime kesintisiz iletmesine rağmen gerçeklik yanlış takılan puzzle parçası gibi yerine oturmuyordu. Nasıl geri döndüm ben? Az önce anneannem ve annem ile Harika Teyzelere gidiyorduk. Ne ara döndüm şu an’a?

-Merve, bak papatyalar. Anneannen de sen küçükken sana beyaz giydirip ‘papatyam’ derdi.

 
Leave a comment

Posted by on April 8, 2015 in öykü

 

Tags: , ,

bir zamanlar

bir zamanlar

Bugün bir kılıfına uydurup zaman içerisinde yolculuk yapmayı ne kadar sevdiğimi fark ettim. Yine gittim yıllar yıllar öncesine. Yine ayaklarım götürdü beni anılarıma. Beynim kontrolü bırakmış gibiydi. Hareket eden varlık ben değildim, geçmişimin izleriydi. Geçmiş beni mıknatıs gibi kendine çekiyordu. Karşı koymadım hatta kendimi onun kollarına bilerek ve isteyerek bıraktım.

Bugün hastanenin bir bölümü ile veda ettim. İlişkimiz kısa sürdü ama güzeldi. Tadı damağımda kaldı desem yeridir. Halbuki ev sahipliğini yaptığı resimlere ve tablolara çok bağlanmıştım. Diğer taraftan, kalbimin ve damarlarımın halet-i ruhiyesi gayet iyiymiş. Yönümüzü başka yöne çevirmemiz gerekmiş, öyle dedi maviler içindeki adam. Bir sonraki durak büyük ihtimal belli şimdiden. Bir müddet valizimi yeniden düzenlemek için vaktim olacak. Haftalık kek ve kahve rutinim biraz aksayacak. Saçlarımı da ayrıca hazırlamam gerekecek. O değil de huni saçlarıma çok yakışacak bence. 😀

Normalde bahçede bekleyecek iken yani en azından aklımın böyle bir düşüncesi vardı. Kendimi kampüs içine giden bir minibüste buldum. Kitap alacağım vardı, birde o aklıma geldi. Bir de konuşmak istediğim bir hoca vardı, onunla konuşmak daha doğrusu “Bak, ne kaybettiniz?” diyebilmek için gitmek istiyordum. “Başarı insanların yüzüne vurmak içindir.” demişti bir dizideki karakter. Kesinlikle, doğru. Meydanı geçer geçmez dizlerde bir titreme, kafamda acabalar uçuşmaya başladı. “Acaba yapmasam mı, gerek yok.” tarzı cümleler ayaklarımın hareketine yetişemiyordu.

Yapmalıyım dedim ve hiç durmadan yürüdüm. Ben yürüdükçe anılarım yüzüme yüzüme çarpmaya başladı. Görünmezlik pelerini giyen anılarımın gücü tahmin ettiğimden daha fazlaymış, gördüm. Kendimi birden bir zamanlar bütün heyecan, mutluluk, yenilgi, bıkkınlık vb duygularımı yaşamamın ilk adımını olan merdivende buldum. Hayatımda hiçbir merdiveni çıkarken zamanın bu kadar yavaş geçtiğini hatırlamıyorum. Adım attıkça anılarım hafızamda daha fazla yer ediniyordu sanki. Sonra geçer mi bu günler diye hayıflandığım koridorda arkamda duran anılara bakarken kendimi buldum.

Evet, günler geçmişti ama geçen sadece günler değildi. O kadar çok şey geçmişti ki anlatsam sabaha kadar uykusuz kalmama sebep olur. O zamanlar hayatımda “öz” vardı. Hayatımın özü olduğunu sanıyordum. Çocukluk işte. Meğer o “öz” beni hayatımın özünü bulmama sevk edecekmiş. Ne çok yaşanmışlık vardı. Kolonların dili olsa da konuşsa. Ama sanki dün gibi kahkahalara boğuluşumuz, gereksiz stresleri yaşayışımız. Zaman ne çabuk geçmiş. Aslında geçmemiş, oraya gidince her şeyi gözümde yeniden canlandırdım. Ölen birinin saklanan külleri gibi benim de anılarımı o beton yığını muhafaza ediyormuş.

Anılarımın af dileyerek kitabıma doğru koştum yani başarımı gözlerine sokmak için. Aradığım kişiye ulaşılamıyordu, kim bilir neredeydi. Gittim gittim geldim koridor boyunca. Bir zamanlar korka korka gittiğim yoldan bu sefer gururla geçiyordum. Başarmanın verdiği yetkiye dayanarak gülümsememi koridorda bol keseden dağıttım. Böyle bir şey yapacağım aklımın ucundan dâhi geçmezdi. Ama zaten hayat aklımızın ucundan geçmeyen şeyleri yaşamamız değil mi? Ya da ihtimaller kategorisine dâhi sokmadığımız durumları yaşamamız?

Etraftaki insanlara ben başardım diyerek bağırmayı istedim. Yapamadım, sadece yüzlerine gülümsedim. Kesin kim bu deli demişlerdir. Dizlerimin titremesi geçmişti. Aşağı doğru inerken hatıralarım da mantar gibi türüyordu beynimde. Nereden nereye dedim. Gideceğim demiştim ve gitmiştim. İşte bu kadar basit olmuştu her şey. Akdeniz’in kucağından bozkırın ortasında kendimi buldum. Deniz hasreti çektim. Kışın üşümemeyi diledim. Yolda yürürken gözüm portakal ağaçlarını aradı. Gökyüzü ile denizin mavinin aynı tonda olduğu an’ı yeri aradım. Bulamadım ne portakalı ve ne de o mavi tonunu. Bu yüzden turuncuya daha fazla bağlandım, maviye de aşık oldum.

Eve gelince fotoğrafta kuş olduğunu fark ettim. An meselesi, gerçekten çok iyi denk gelmiş. Kuş olmuş uçmuşum bu diyardan özgürlüğüme ulaşabilmek için.

 
Leave a comment

Posted by on April 1, 2015 in deneme

 

Tags: , , , ,

yağmur

yağmur

İlkbaharın yerleşmeye çalıştığı günler. Gökyüzü güneşten çok kara kara bulutalar ev sahipliği yapıyor. Güneş de bu durumu görünce küsüp gidiyor.

Günün hangi saatinde olduğumun ayırdına varmak için perdemi çekiyorum. Pek de bir fark göremiyorum. Yine kara bulutlar çöreklenmiş kafamın üstüne. Bulutların ağlayıp ağlamadığından emin olmak için kapımı açıp balkona çıkıyorum.

İnsanların gözyaşlarının birazcık tuzlu olduğunu söylerler. Artık insanların içindeki hangi kötü maddelere tuza sebebiyet verir ya da tuz miktarı ne kadardır gibi sorulara cevap verebilme fırsatına henüz nail olamadım. İnsanın ağlarken gözyaşlarının tadına bakmak aklına gelmiyor.

İnsanın türlü türlü derdi olur, ağlar da o pofuduk bulutların ne derdi oluyor da ağlıyorlar acaba? Sanırım yukarıda da işler pek iyi gitmiyor. Aşağıda hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı gerçeği orada da geçerli gibi görünüyor. Ah, doğru ya, hayat işte her yerde aynı.

Tabiat ananın bulutlar aracılığıyla teşrif eden hayatî sıvısıyla aram kendimi bildim bileli hiç iyi olmadı. Hafızam “yağmur” kelimesini duyduğunda önüme asla güzel çağrışımlar sunmaz. Hayatım boyunca bulutlarımdan o kadar çok yağmur yağdı ki o yüzden “ağlama” eylemini bazı insanların aksine hiçbir zaman kabullenmek istemedim.

Yağmur öncesi var bir de. Bulutların toplanmaya ve siyahlaşmaya başladığı vakit. İnsan doğanın yansımasıdır, derler. Ne kadar doğru bir söz. Önce bir şeyler birikir içinde zamanla, sonra rengi koyulaşır. Ve yağmur sahnede.

O gün 17 yıllık anılarımı terk etme zamanım geldiğinde perde yine yağmur için açılmıştı. Hayatımın görünmezlerini toplamak görünürlerini toparlamaktan daha zor olmuştu. Yapamadım. Onlarla birlikte göçmen kuşlar misali uçamadım Akdeniz’e. Geçmişimi bozkırın ellerine bıraktım. Ondan bu eksik yaşayış.

Seni de hatıralarımla orada bıraktım. Akşam 9’da bindiğim otobüs az önce eskiyen evimin önünden geçerken kulağımda “Beni sevmezsen, yağmurları sev. Bulutlar ağlasın, sen gül güneş doğsun yeniden.” cümleleri beni bilinmezlere götürüyordu.

 
Leave a comment

Posted by on March 31, 2015 in öykü

 

Tags: , , ,

yazmak ya da yazmamak

yazmak ya da yazmamak

Son zamanlarda davetsiz misafirim olan panik atak haftaiçi wordpress mesaimi dün sekteye uğrattı. Vücudumu kendi kuklası imiş gibi hareket ettiriyor, kontrolü ele geçiriyor. Beynim de nedense bu duruma boyun eğiyor. Bu öğretilmiş çaresizlik kavramını hiç öğretmemeliydim beynime. Böylece içi boş düşüncelerle beynim hiçbir zaman istila edilemezdi .

Mevzumuz yazmak. Gariptir ki benim resmî olarak yazmaya başlamam ilk panik atağımdan sonra oldu. İçimde volkanlar varmış meğersem ve o volkanları kelimelerle söndürmezsem volkanlar vücudumu lavlarıyla yakarkmış. O gün işte o gün bugün dedim. Öğrenciliğimde yazmak istiyordum ama henüz hazır olmadığımı biliyordum. Belki de her sınavda en az 10 sayfa yazdığım için içimdekileri bir şekilde dışarıya atabiliyordum. O yüzden sürekli erteleme durumuna almıştım kendimi. Sığınak olarak da “Hazır değilim, biraz daha okumam lazım.” cümlelerini kullanıyordum.

Bir işaret gerekmiş bana büyük bir işaret. 8 Mart’ın ilk saatlerinde aldım o işareti. 8 Mart benim için gittikçe daha fazla anlamlaşıyor. Benden çok çok önceleri yaşamış kadınların açtığı yolda gösterdikleri hedefe durmadan yürümeye ant içtim galiba. Bir ambulans-acil macerasından sonra yeter artık dedim. Bundan sonra hayatın yükünü ruhum tek başına kaldırmamalı. Ruhum Atlas misali dünyamı taşımaktan helak olmuş bir şekilde. Kelimelerin bu duruma bir ek atması gerek. Hatta kelimelerin ruhumla yer değiştirip dünyamı taşımalarının vakti gelmiş geçiyor bile.

Hatırlıyorum da taa lisede bile ben yazar olacağım diyordum yüksek sesle. Neyime güvendiğimi bilmiyorum. Zaten toplumun stereotip mesleklerine hiçbir zaman ilgim olmadı. Nerede uç bir meslek varsa onu seçtim kendime hedef olarak. İnsanın kişiliği ne zaman tam oluşur bilmiyorum ama birey olarak kendimi kendime ispat ettiğim zamanlar yazarlık mesleğini merkezime almıştım. Ateşin etrafında dolanan bir kuş gibi ne çok uzak ne de çok yakın bir mesafede ikamete başlamıştım. Henüz yaklaşmaya cesaretim yoktu. Biraz daha zaman var diyordum kendime biraz daha zaman.

Zamanı somut ölçeklerle ölçmeyi asla benimsemedim. O ateşin yanına yaklaşmaya cesaretim olacak kadar zaman geçmişti. İhtiyacım olan tek şey bir işaretti. İşaret geldi. 2014 yılının ateş gibi sıcak bir Beytepe gününde. İşime hiç yaramayacak ya da kullanmayı hiç istemeyeceğim bir programın sınavı için Ankara’ya gitmiştim. Sınav yerim 4 yıl öncesinde beni hazırlık okumaktan azat eden yabancı diller binasıydı. Oranın bana bir kez daha şans getireceğini biliyordum. Ayaklarım beni sınıfa erkenden götürdü. Zamanın gelmesini beklerken gözetmen denilen adamla sohbete başladık.

Hoş beşten sonra mesele ne yapmayı düşünüyorsun sorusunun cevabına geldi. Ütopik olsa da yine aynı cevabı verdim “Yazar olmak istiyorum, yazar olacağım.” Adam bana öyle farklı bir şekilde baktı ki dünyanın en yanlış cümlesini kurmuşum dedim kendi kendime hayıflanarak. Uzaylımışım gibi bakacak artık bana derken adam en az benim kadar farklı bir cevapla karşılık verdi “O kadar edebiyat mezunu/öğrencisi gördüm, ilk defa biri bana bu cevabı verdi. Bu gerçekten çok güzel bir şey, seni tebrik ederim.” Kulaklarım bu cümleleri duyar duymaz beynimi duygu kargaşasına sürükledi.

Durum gittikçe garip bir hâl almaya başladı. Adamın bana attığı bakışlar içimdeki inciyi gün ışığına çıkarak güç kanalları olmuştu. İlk defa tanımadığım biri beni cesaretlendirmek için uğraşıyordu. Ben sürekli yazar olarak hayatımı idame ettirmenin imkansızlığından dem vururken o karşıma bunları bahane olarak kullanma diyen cümlelerle çıkıyordu. Beni tanıyan insanların beni tanıdıkları için destek oldukları düşünürüm. Ama bu kez sadece ismimi bilen insan bana “yaz” diye emrediyordu sanki.

Sınav bitti, tam kağıdı teslim ederken “Yazmalısın, yazacaksın, sakın yazmaya sırt çevirme.” dedi. İşte o kelimeler benim bir zamanlar kaybettiğim rotamı yeniden bulmamı sağladılar. Yazmak ya da yazmamak, işte bütün mesele bu!

 
Leave a comment

Posted by on March 25, 2015 in deneme

 

Tags: , , , , , , , ,

tardis

tardis

Bu sabah gözlerimi açmamı sağlayan sebep su tesisatı oldu. Bazıları su sesinin dinlendirici olduğunu söyler, bu iddiaya bir nebze katılıyorum. Hatta Akıl Hastaneleri’nin çoğunun bahçesinde süs havuzu ve içinden su akan yapılar vardır. Osmanlı’da da akıl hastalarını su sesiyle tedavi ettikleri bilinir. Ama 7 gün 24 saat de dinlemek pek dinlendirici olmuyormuş onu yaşadım.

Gözlerim perdelerini aralamadan önce rüyalar aleminde yine aksiyon üstüne aksiyon yaşıyordum.-Freud keşke bizimle biraz daha yaşasaydı da şu rüyalar alemini iyice gün ışığına çıkarsaydı.- Yine otobüsler, yine bir yere gitmeler, yine birilerinden kaçışlar. Acaba içimdeki bu kaçış istemini bilinçaltım merkez üssü olarak mı kullanıyor? O’nun çok yakından arkadaşlarından birini gördüm. Kendisini görmezken onu görmem çok garip geldi bana. Yaşayıp yaşamadığını bile bilmediğim bir insanın belki de görüşmediği bir arkadaşını görmem sabah sabah kendime gelmemi bayağı zorlaştırdı. Üstelik gördüğüm mekan da bir müddet onun yaşamasına izin verdiği beni de nedense bir türlü benimseyemediği şehirdi.

Ahh İstanbul ahh… Seninle yaşamak için tam 365 günümü verdim. Her günü sana bir adım atabilmek için yürüdüm. Her sabaha seninle uyandım, her geceyi seninle bitirdim. Gözümün gördüğü tek şeyin senin olmasını istiyordum. Seni hak edebilmek için o kadar ter döktüm. Ama sen beni istemedin. Bazen iki insan daha hiç tanışmadan birbirinde soğur ya sanırım biz de öyle bir şey yaşadık. Daha birbirimizi tanıma fırsatı dahi verilmeden olası ilişkimizi kendi ellerinle öldürdün. Bir gün gelip sana bunun hesabını sormak istiyorum. Bunu bana niye yaptın? Neden seni sevmeme, anılarımın ev sahibi olmana izin vermedin?

Bugün herhangi bir nesnenin yardımı olmaksızın geçmişe gittim. Bu sefer beni geçmişe götüren kelimelerim ve anılarım oldu. Anılar gerçekten de bir başkasına anlatılırken yeniden yaşama dönüyorlarmış, tecrübe edindim bugün. Fark ettim ki gerçekten 4 yılım o renksiz şehirde gökkuşağı misali gibi geçmiş. Keşke en sevdiğim anları yaşadığımda zamanı durdurabilme gücüne sahip olsaydım. O an’da kalır, hiç bir zaman aralığına gitme teşebbüsünde bulunmazdım bile. Ankara, Hacettepe, Beytepe… Üniversite yılları, büyüme yılları, hayallerin peşine düşme yılları…

Bunu hep diyorum, Hacettepe benim aklımın ucundan bile geçmezdi. Ama sonra kendimi hayallerimin ötesinde bir yerde buldum. Ben orada bulunarak başkalarının hayallerini yaşıyordum. Oraya gelemeyen insanların hayallerini. Kendi hayallerimin peşinden gidemeyecek kadar cesaretsiz miyim diye sordum kendi kendime. Burayı yazmasaydım, kırmızı gören boğa gibi kırmızısına koşmasaydım neler olurdu acaba? Gelmez dedim kendime tercihler açıklanana kadar, gelirse de kendimi ispat etmiş olurum. İçimdeki cevheri görmeyen insanların suratlarına tokat gibi yapıştırırım dedim.

40 kere bu cümleyi söylemiş olmalıyım ki kendimi sonuç sayfasının ekranında Hacettepe yazan bir sayfaya boş boş bakarken gördüm. Üzüntüden gözyaşlarımı tutmaya çalışmanın o saçma durumun içinde balonları kaçmış bir çocuk gibiydim. Sahip olamamıştım, tamamiyle benim hatamdı. “Senin burada olman gerekmiyor, bunun farkındasın değil mi?” cümlesi kafama kaç kere kazındı sayamadım bile. Aksi gibi Mersin’de kurduğum içi dolu “Ben buraya ait değilim.” cümlesi sönmüş bir balon gibi duruyordu zihnimde. Bu sefer gidecek bir yerim de yoktu. Issız adaya düşmüştüm ama yanıma 3 şey almamıştım.

“İçim mi daha bunaltıcı yoksa dışarıdaki hava mı?” diye diye bitirdim gençliğimin en güzel yıllarını. Belki de gitmem gerekiyordu, yoksa Emir’le nasıl tanışırdım? Ying-Yang gibi geliyordu oradaki hayatım. İyi bir şeyler olacaksa eğer kötü şeylerin de olmasına izin vermeliydim. Dengeyi bulmayı öğretti bana o gri şehir. Aslında en önemlisi içimdeki gökkuşağını her daim canlı tutmam gerektiğini…

 
Leave a comment

Posted by on March 23, 2015 in deneme

 

Tags: , , , , , ,

Hayatın Pulu

Hayatın Pulu

Aylardan Kasım, 2014’ün son kırıntılarını. Salon istasyonundan hayaller istasyonuna kitaplarla yolculuk etme sezonum henüz bitmemiş. Dışarıda Akdeniz’in mücevher gibi parlayan sonbahar güneşi. Zaman gökyüzünün masmavi sabahlığını çıkarıp yavaş yavaş zifiri karanlık gece elbisesini giymeye başladığı anlar.

Haftasonu telaşesinin yankılarını duyuyor kulaklarım.Bir türlü elimdeki kitaba başlayamıyorum. Gerçi başlayamama sebebim dışarıdaki gürültü değil, kitap isimlerine aşık olmama sebebiyet verecek olan kitabın ismi. “Cehennem Çiçeği” Ne kadar farklı, ne kadar değişik bir kitap ismi olmuş diye benim için saatler gibi gelen ama normalde sadece birkaç saniye olan süre zarfında düşünüyorum. Semavi dinlere mensup bütün insanlar için “ceza” olarak görülen ve çok çok kötü olan zamanları/yerleri anlatmak için kullandığı kelimeyi dünyanın en naif bitkisiyle eşleştirebilir ki? Tınnnkk, soru haneme bir soru daha eklendi.

Belki bu anlaşılmaz eşleştirmeyi anlayabilmeme yardımcı olur diye sayfaları çeviriyorum. Sayfalar elimden kayıp gittikçe kitabın ismi ile kitap arasındaki bağ uzay boşluğuna benziyor.-Galiba ben hala tam anlamıyla bir postmoderniste dönüşemedim, içimdeki geleneksel çocuğu susturamıyorum.-Bütün bu bilinmezliği bir daha bakmamak üzere depoya kaldırıp kendimi tamamen kitabın içindeki kelimelerin kontrolüne bırakıyorum. 5 yaşındaki bir çocuğun hayatını anlatan büyükler için yazılmış bir kitap olduğunu keşfediyorum. Ama kitaptaki 5 yaşındaki çocuk yaşıtlarından çok farklı şekilde algılıyor dünyayı, “Büyümüş de küçülmüş.” derler ya, aynen öyle. Sanırım bilinmezliğin perdesini aralamaya başladım.

Tam kendimi kitaba esir etmişken annemin soru bombardımanıyla gerçek dünyaya mecburi iniş yapıyorum. “Merve, pulu gördün mü? Nerede o pul? Nereye düştü o pul? Kadın mı attı acaba?” diye sorularla karşılanıyorum. Ne olup bittiğini anlamam için boş boş bakıyorum. Sonunda “Anne, ne oldu?” diye sormayı akıl ediyorum. Bir dokunup bin ah işitmek cümlesini bir kez daha tecrübe ediniyorum. Çoğu kelimeyi, cümleyi yakalayamıyorum bile. İçlerinden sadece çok önemli bir kağıt parçası olduğunu anlamama yetecek cümleler duyuyorum.

Bizim evi bilen bilir, bilmeyenler için de söyleyelim. Evde bir tarihçinin yaşadığını benim odam hariç her yerde rahatlıkla hissedebilirsiniz. Annem evini her daim sırtında taşıyan kaplumbağa misali geçmişinin ispatlayana eşyalarla yaşadığı ortamın her yerinde canlı tutmaya çalışır. Evde benim tanımlayamadığım o kadar çok eşya var ki anlatmaya kelimelerim yetmez. Bu eski sevdası mesleği yüzünden mi yoksa hatıralarıyla sürekli birlikte olma ihtiyacından mıdır bilinmez. Diğer taraftan annem bütün anılarının gözlerinin yaşına bakmadan 40 yıllık doğduğu/büyüdüğü/yaşadığı şehri terk etmiştir. Sanırım bu anlaşmalı ayrılıktan sonra geri dönememenin acısını eşyalara tutunarak dindiriyor.

Psikolojik çözümlememi de yaptığımı göre artık kitabıma dönebilirim derken annemden son nefesini verdiğinde yanında olamadığı-belki de bu yüzden vicdanı tarafından rahatsız edildiği-dedemi rüyasında gördüğünü ve dedemin anneme verdiği birkaç kağıdı bozdurarak işlerini görmesini söylediğini işitiyorum. Aslında bütün meselenin bozuk olan aile iletişiminden kaynaklandığını keşfediyorum. Meğer o pullar artık dedem olmuş da haberim yokmuş. Canlı varlık olsaydı dedemin ruhunun onun vücudunda yeniden ortaya çıktığını belirtirdim. Ama maalesef ki bu treni kaçırdık.

Kitabımı elime aldığımda kafama dank ediyor, hayatımız aslında bir mektup ve içinde ne yazıldığını görebilmemiz için o mektubu açmamız gerekiyor. Zarfın üstündeki pul ise unutkan insanoğlunun nereden gelip nereye gittiğini hatırlatır.

 
Leave a comment

Posted by on March 18, 2015 in öykü

 

Tags: , , , , , , , ,

son-bahar

son-bahar

Sonbahar Ankara durağına yanaştı. Her yerde doğanın sarı, kahverengi ve turuncu tonları göze çarpıyordu. Kurak bir bozkır yazından sonra erken gelen sonbahar memnuniyetle karşılanıyordu. Sonbahar yanında-olmazsa olmazını-yağmurunu da getiriyordu tabi.

Yağmur o gün benim çalar saatim olmuştu. Yağmura teşekkürümü gülümsemeyle göstermek için pencere yanına gittim. Gördüğüm manzara beni daha mutlu etti. Gökyüzü ile toprağın vuslatı sona ermişti. Yağmur da bu kavuşmayı damlalarıyla alkışlıyordu.

Doğanın tüm üyeleri yağmurla koyu bir sohbete dalmışlardı. Özellikle de toprak gökyüzüne kendisini yakınlaştırdığı için memnuniyetini yağmura kucağını daha büyük açarak gösteriyordu. Yağmur da verilen görevi en iyi şekilde yapmanın verdiği rahatlıkla damlalarını azaltıyordu. Yavaş yavaş yerini doğanın en güzel renklerine bırakacağını söylüyordu. Gökkuşağı ise geride sırasını beklerken renklerini cilalıyordu.

Gökyüzünün yaşlarıyla ıslandığı için rengi değişen bulutlar kurumak için güneşe yaklaşıyordu. Güneş bir an önce onları kurutmak için tüm gücünü harcıyordu. Kısa bir süre sonra güneşin emekleri meyvesini verdi. Bulutlar kuruyup o kadar beyaz hale geldi ki onları kimse fark edemiyordu.

Sonunda sahne gökkuşağı ve güneşe kaldı. Gökkuşağı güneş yardımıyla en güzel renklerini sergiliyordu toprağın muhteşem kokusu eşliğinde. Ve yağmur son damlasını veda etmek için yeryüzüne bıraktı.

 
Leave a comment

Posted by on March 17, 2015 in öykü

 

Tags: , , , , ,

PAPATYA TURİZM

PAPATYA TURİZM

Akdeniz’de bir şubat ayı. Havada kışın son çırpınışları. Akreple yelkovan karanlığı gösteriyor. Zaruriyetten dışarı çıkmışım. Bir an önce işleri yetiştirip eve gitme telaşesindeyim. Evden çok uzaklaşmama rağmen aramızda bir ışık yılı kadar mesafe varmış gibi geliyor. Düşünceler mi beni yürütüyor yoksa ayaklarım mı, ayırdında değilim. Tek bildiğimin bedenim benden bağımsızlığını ilan etmiş olduğu.

Yakındaki alışveriş merkezinin otoparkın kaldırım taşından olma yolunda yürürken gördüm onları. Papatyalar, yani benim geçmişim, tüm yaşantım… Lisansta öğrenciyken “stream-of-consciousness” yani “bilinç akışı tekniği” denilen olayı oturtabilmem için tam 1 senemi verdim. James Joyce’lar, Virginia Woolf’lar havada uçuştu. Aslında olay çok basit: bir nesne veya kişiyi gördüğünde geçmişteki anılarını ve hatıralarını hatırlayıp “o an”a dönmek, birden kendini “o an”ı yaşıyorken bulmak. Bu cümle bana çok terimsel gelmişti o zamanlar. Fakat yerine alternatifim olmayınca mecbur bu açıklamaya tabii olmuştum.

Takvim yapraklarının şubat ayını uğurlamaya hazırladığı o gün beynime kazımak için heba olduğum o açıklamaya karşı kendi alternatifimi gökte ararken yerde buldum. “Nesneler aslında birer zaman makineleridir ve o nesneler sayesinde kolaylık hatıralarınıza ve anılarınıza yolculuk edebilirsiniz.” Durum tamı tamına buydu. Hiç düşünmeden bindim papatya turizmin geçmişe doğru giden uçağına. Yolculuğumuz sona erdiğinde dünyanın en güzel varış yerinde budum kendimi, hayatımın en güzel anlarında. Zaten onlar da beni bekliyorlarmış, şerefime bayağı hazırlık yapmışlardı sağolsunlar.

“Çocuklar insanoğlunun masum yüzüdür.” cümlesine pek itibar etmem. Ama cehaletin mutluluk olduğunu savunanların mütevellit üyesi olduğum için çocukluğun güzel geçmesinin tek sebebinin bilmedikleri ve bu yüzden dünyanın en mutlu varlığı olduklarını dile getiririm hep. Ondan bütün o ağız dolusu kahkahalar, uykunun kollarında deliksiz uyumalar. Aslında bebeklerin gözleri doğduklarından beri büyümeyen tek organmış yani bebekler her şeyi görüyorlar. Sadece ne olup bittiğini anlamıyorlar. “Bakmak” ile “görmek” arasındaki farkı en güzel gözler önüne seren olay bence bu.

Ben de çocukluğuma gittiğimde sadece baktım. Yolculuğa çıkmadan önce heybeme şu anki aklımı ve düşüncelerimi aldığımı hatırlıyor gibiyim. Fakat onları mola yerinde unutmuş olmalıyım ki buraya geldiğimde her şeye sanki onları ilk kez görüyormuşum gibi heyecanla bakıyorum. Her şey çok güzel, her şey olduğundan daha güzel. Gitme vakti geldiğinde çocukluğa yaraşır biçimde mızıkçılık yapıyorum, ama pek faydası dokunmuyor. Biniyorum paşa paşa uçağıma geri dönmek için.

Şimdiki an’ın öncesine “geçmiş” denilmesini bir türlü anlayamam. O an’lar geçmiş değil ki, geçmiş olsalardı şu andaki bizden söz edemezdik. İnsanın geçmiş yaşantılarının şu an’ın temelini oluşturduğunu gayet iyi biliyorum ben. Geçmişi yok saymak temeli yok saymaktır, temelin olmadığı bir yerde diğer şeyler de çökmez mi? Soru işaretleri, soru işaretleri…

Her neyse, sonuç olarak papatya turizm ile yolculuk etmek oldukça keyifliydi, umarım en yakın zamanda yolculuğumu yineleme fırsatı bulabilirim.

 
Leave a comment

Posted by on March 14, 2015 in deneme

 

Tags: , , , , , ,